Pazartesi, Mayıs 07, 2007

ÖZNE DERGİSİ 7. Sayı Çıktı...



ÖZNE 7. Kitabın İçindekiler (Yıl: 4, Bahar 2007)

Descartes’tan Foucault’ya Modern Özne ve Dönüşümleri Sorunu/Sara Çelik

Albert Camus ve Nihilizm Problemi/H. Haluk Erdem

Değerler Bağlamında Siyaset Mümkün müdür?/Mustafa Günay


İslami Terör Kavramı Üzerine/Mehmet Özcan

Thomas Bernhard ve Nihilizm /Ahmet Sarı

İngiliz Edebiyatında Nihilizm/Şebnem Sema Tuncel

Maske, Fark ve Paris /Sadık Erol Er


Modernliğin Sıkıntıları ve Charles Baudelaire/Fırat Mollaer

Nietzsche’nin Epistemolojisi Üzerine Kısa Bir Not/Ata Devrim

Augustinus’un İtiraflar (Confessiones) adlı eserinin XI. kitabında
zaman kavramının felsefi açıdan temellendirilmesi/ Arslan Topakkaya


Nermi Uygur’un Düşünce Dünyası/Betül Çotuksöken

Sayın Nermi Uygur’un Anısına/Sibel Öztürk Güntöre

Ölenlerin Felsefesi/İsmail Hakkı Baltacıoğlu

Ölümün Felsefesi (şiir)/Neslihan Yalman

Felsefe(şiir)/Tan Doğan

Salahettin Halilov’un “Doğu-Batı: Ortak Bir İdeale Doğru”
Kitabı Üzerine/ Ekber N. Necef

Vehbi Hacıkadiroğlu’nun İnsan Anlayışı/İsmail Örnek

Olumsuzlamanın Olumu/Arda Cevahir

Söz ve Savaş/Mehmet Erkan


İletişim: mgunay@cu.edu.tr
oznefelsefesanat@yahoo.com

yıllık 2 sayı bireysel abonelik: 10 ytl
yıllık 2 sayı kurumsal abonelik: 20 ytl

tek sayı 5 ytl.

aşağıdaki posta çeki hesabına ücreti yatırıp, mail ile bilgi verirseniz derginiz hemen gönderilecektir.

posta çeki:
1097014
Mustafa Günay adına











Çarşamba, Mart 07, 2007


BÜTÜNSEL (YA DAKÜRESEL) GERÇEKLIK *

Jean BAUDRILLARD

“Bütünsel Gerçeklik” dediğimde bununla bütün dünyanın, sınırlandırılması olanaksız islemsel bir projeye suç ortağı yapılmasını yani her şeyin gerçek, görünür, saydam ve “özgürleştirilmiş” olduğu, bir sonuca ulaştırıldığı ve anlamlı olması gerektiği (oysa anlamdan söz edebilmek için her şeyin anlamlı olmaması gerekmektedir) bir dünyayı kast ediyorum.
Bu dünyada çözümlenip, açıklaması yapılmamış hiçbir şey kalmamalıdır. Tanrı düşüncesinin buharlaşması bizi gerçeklik ve bu gerçek dünyayı dönüştürme ideali denilen bir bakış açısıyla karşı karsıya getirmiştir. Bu düşünceyse bizi dünyayı bir gerçeğe yani teknik ve bütünsel bir gerçekliğe dönüştürmemize yol açmıştır.

Oysa tüm düşleri elinden alınmış bir dünyaya gerçekliğin egemen olduğu söylenebilir mi? Gerçeklikten ibaret bir dünya oluşturmaya çalıştığımız ölçüde elimiz ayağımıza dolaşmakta ve bu gerçeklikten giderekuzaklaşmaktayız. Gerçekleştiği an ortadan kaybolmaya yüz tutan bir gerçeklik evreni içinde yaşıyoruz.

Son yüzyıllar içinde yaratılmış ve bizim bir ilkeye dönüştürdüğümüz gerçeklik ortadan kaybolmaktadır. Bu gerçekliği ne pahasına olursa olsun bir referans olarak yaşatmaya çalışmak mantıksız bir şeydir. çünkü bu gerçekliği ayakta tutan ilke ölmüştür. “Nesnel” gerçeğin ortadan kaybolmaya başlamasıyla birlikte bu gerçeklik ilkesi devre dışı kalırken Bütünsel, Sanal bir Gerçekliğin giderek güçlendiği görülmektedir.

Bundan böyle gerçeğin gerçekliğini yitirmiş olduğu o kör, onarılması imkansız noktaya geri dönebilmek olanaksızdır.

Var olan şey gerçektir - iste bu kadar (oysa var olmakla iş bitmemektedir- bu olsa olsa bir başlangıç noktası olabilir).

Birbirimizi yanlış anlamayalım. Gerçeklik ortadan kayboldu dediğimde bununla gerçekliğin fiziki (nesnel) değil metafizik (düşünsel) anlamda ortadan kaybolmasını kast ediyorum. Gerçeklik var olmayı sürdürüyor ama ilkesi ölmüş durumda.

Oysa ilkesinden yoksun bir gerçekliğin varlığını eskisi gibi sürdürebileceği söylenemez. Gerçekliğe bir anlam kazandıran yeniden canlandırma ilkesi çok çeşitli nedenler sonucunda gücünü yitirmeye başladığında bundan gerçeğin tamamı zarar görmektedir. Daha doğrusu bu gerçeklik kendi koymuş olduğu ilkeyi çiğneyip geçmekte ve hiçbir kurala boyun eğmeyerek, sinir tanımaz bir şekilde yayılmaktadır.

Görece anlamlı ve yeniden canlandırılabilen nesnel gerçeklikse yerini bu sinir tanımayan, her şeyin gerçekleştirilebildiği, teknik anlamda somutlaştırılabildiği, herhangi bir ilke ya da nihai bir hedeften yoksun ”Bütünsel Gerçekliğe” bırakmaktadır.
“Bütünsel Gerçekliğin” ortaya çıkabilmesi için gerçek ve gerçeğe değin düşselliğin tamamıyla ortadan kaybolması gerekmektedir.

Gerçeğin gölgesi, onun suç ortağı gibi algılanan düşsel ise bu aşamada ortadan kaybolmaktadır çünkü “Bütünsel Gerçeklik” denilen şey düş gücünden yoksundur.

Tıpkı özgürleşmenin özgürlük oyunu denilen şeyle bir ilişkisinin kalmamış olması- bir öznenin kendi kendisiyle cebelleşmesi ve buna bağlı olarak, diğerleri arasında, özgür kalma özgürlüğüne sahip olmasıdır (kigüncel koşulsuz özgürleşme düzeneğinin bunu sağladığı söylenemez); tıpkı bir şeyin var olup olmadığını anlamaya çalışmanın hakikat adli oyuna son vermesi gibi (zira hakikatin olduğu yerde bir iddialaşma olması gerekirken, var olup olmadığının tartışılması onu emrivaki bir şeye dönüştürmektedir). Böylelikle bir ilke ve kavram olarak gerçeklik aşamasından gerçeğin teknik açıdan gerçekleştirilme ve sürdürülme aşamasına geçilmiştir.

Oysa mevcut gerçekliği somut olarak ortaya koyacak kanıtlar yoktur- Tanrının varlığını kanıtlayabilmenin mümkün olmaması gibi. Gerçeklik bir inanç nesnesidir, tıpkı Tanrı gibi.

Kendisine inanılmaya başlandığı anda, gerçeklik de ortadan kaybolmaya başlamaktadır. Örneğin Tanrının varlığından kuşkulanılmaya ya da kendiliğindenmiş gibi algılanan bir gerçekliğe olan temiz inanç yitirilmeyebaşlandığında inanmak bir tür zorunluluğa dönüşmektedir.

İşte bu anlamda bir tür düşsele dönüştürdüğümüz gerçeklik sanki giderek buharlaşıp, ortadan kaybolmaktadır zira bizde bu gerçeğe inanacak hal, mecal kalmamıştır.

Hatta bu gerçeğe inanacak arzu ve istek bile yoktur.
Gerçeklik ve hakikat tutkularımız uçup gitmiştir.

Geriye bu gerçeklikle bu hakikate inanma görevi kalmıştır. Bundan böyle inanmak zorundayız. Yeniden canlandırma sisteminde giderek büyüyen çatlaklarla doğru orantılı bir şekilde artan kuşkuyla birlikte, gerçeklik de herkesin uymak zorunda olduğu bir tür buyruğa, ahlaki sürekliliğe dönüşmektedir. Oysa ne şeyler ne de canlılar herhangi bir gerçeklik ilkesi ya da ahlaki dayatmaya boyun eğmemektedirler.

Aşırı miktarda gerçeklik kendisine inanılmasını engellemektedir.
Dünya hakkında bilinebilecek her şeyin ve yasamla ilgili tüm konuların teknik açıdan tüketilmesi, sahip olunan sinirsiz olanaklar, gereksinim ve arzuların anında gerçekleştirilebilmesi böyle bir sonuca yol açar gibidir. Oysa gerçekliğin neredeyse otomatik denilebilecek bir şekilde üretildiği bir dünyada gerçekliğe inanabilmek mümkün müdür?

Biriktirilen/depolanan bir gerçeklik sonunda kendi kendini zehirlemiştir. Bundan böyle düşün bir arzunun dışavurumu olduğunu söyleyemeyeceğiz. Çünkü sanal düzeyde daha düşü görmeden görüntüsünü görebiliyoruz.

Kendini düşten mahrum bırakmak demek arzudan mahrum bırakmak demektir. Oysa düşten mahrum bırakılmanın yol açtığı zihinsel karmaşayı hepimiz biliyoruz.

Aslında burada karşımıza çıkan sorun lanetlenmiş paydakinin aynisidir yani gereğinden çoğuna sahip olmadır - burada gerçekliğin eksikliğinden değil fazlalığından söz ediyoruz. Üstelik bu fazlalıktan kurtulmayı da artık beceremiyoruz.

Fazlalığın kurban/armağan törenleriyle yok edilmesini sağlayan simgesel bir çözüm de yok.

Mevcut tek çözüm kaza ya da aniden patlak veren anomik bir şiddet olayıdır, ki bunlar toplumsal ya da politik sonuçları ne olursa olsun, normalleşmiş olarak nitelendirilen dünya adli bu tahammülü güç çelişkiye karsı, her zaman için bir meydan okuma biçimidirler.

Sonuçlandırmak, somutlaştırmak, gerçekleştirmek, üretmek: İlerleme ve içsel zorunluluk olarak adlandırılabilecek bir devinim doğrultusunda bu olasılık aşamasından gerçekleşme aşamasına geçiş insanin aklına gelebilecek her türlü şey konusunda en doğru istikamet olarak görünmektedir.

Tüm gereksinimler, tüm arzular ve sanallaştırma biçimlerine bu türden bir nesnellik kazandırılarak, buna uygun bir hakikat sorgulamasına doğru gidilmektedir. Görünümler ve illüzyonun hakikat tarafından saf dışı edilmelerinin nedeni de farklı değildir.
Belki de bu gerçeklik bir düşten başka bir şey değildir. Bu durumda gerçeğin düşgücümüzün ürünü olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu durumda gerçekleştirilen her şey de evrensel arzunun yasama geçirilmiş bir sonucu gibi görülebilir.

Oysa evrensel boyutlarda gerçekleştirilmiş bu düzenin, içinde yasamakta olduğumuz alt üst olmuş sürece bakarak, olumsuz bir yazgıya benzediğini söyleyebiliriz - bu dünyayı felakete sürükleyen bir sınava benzemektedir. Hangi biçimde olursa olsun abartılmış bir gerçeklikle, tüm olasılıkların ayni anda ortalığı kaplamaları tahammülü olanaksız bir şeydir. Çünkü böyle bir ortamda gerçekleştirilemeyen arzu ya da kısmet, nasip türünden bir şeyden söz edebilmek mümkün olamamaktadır.

Sonuçları bir felaketi andıran, bu insani ters istikamete sürükleyen gidişatın bizzat kendisi belki de sapkınca bir sonuçtur. Bu gidişat bir felaket kuramının ürünü müdür yoksa sonuçlarının ne olacağını önceden söyleyebilmenin olanaksız olduğu evrensel boyutlarda eyleme geçmiş world-processing adli kuruyup katılaşmış bir mantığın ürünü müdür? Bu süreç çok abartılı ve kusursuz biçimi nedeniyle yok olmaya mahkum, değişmez bir gerçekliğin ortalığı sarıp sarmalaması ya da çökmesi seklinde yorumlanabilir.

Tanrının ortadan kaybolup gitmesi bizi gerçeklikle karsı karşıya bırakmıştır.
Peki ya gerçeklik de ortadan kaybolursa o zaman ne yapacağız? Bu olumsuz bir yazgı mıdır yoksa kısaca bir yazgıdan yoksun olmak yani bütünsel bir gerçeklik hesabına dayanan tahammülü olanaksız bir sıradanlığın egemenliği anlamına mı gelmektedir?

Yazgı henüz son sözünü söylemedi.Yazgıyla bu bütünsel oluşum sürecinin, bütünsel gücün tam merkezinde yani bu sürece özgü içsel mantık doğrultusunda ortaya çıkan sonuçların yol açtığı içsel
sarsıntılarda karşılaşılabilmektedir. Yapının bu uğursuz süreç tarafından ters yüz edilmesi olumlu bir gidişatın ölümcül bir sonuca dönüşmesine yol açmıştır ki, Kötülük ilkesi de bundan başka bir şey değildir ve Kötülük konusundaki suç ortaklığıyla da zaten burada karşılaşılmaktadır.

Burada iki karşıt devinimle karşı karşıya kalmış olduğumuz söylenebilir:Biri Bütünsel Gerçeklik yani bütün dünyayı tek bir şemsiye altına toplama olarak adlandırılabilecek tersine çevrilmesi olanaksız girişim.

Diğeri İkili Biçim yani gerçeğin tersine çevrilemediği girişime özgü içsel bir tersine çevrilebilirlik.
Bütünsel bir evrene doğru gelişme/gidişatın (ya da için için gerileme) önünde durabilmek olanaksız görünüyor. Buna karşın ikili biçimi yok etmek de olanaksız görünüyor.

Bu çelişkili ikili devinimden oluşan çözüm üzerinde her nedense spekülasyon yapılamıyor. İkili biçim ve herkesin içinde yer aldığı tek bir bütün oluşturma gibi içinden çıkılması mümkün görünmeyen bir karşılaştırma yapma durumuyla karşı karşıya kalınmaktadır.

Bu görünüşten ibaret bir karşılaştırmadır çünkü her an için gizli bir çözülme, onu içten içe kemiren bir çekişme süreci içine girebilir. Bütünsel dünya adlı sisteme içkin şu küresel şiddet, ona içten içe, simgesel meydan okuma adli en saf meydan okuma biçimiyle karşı durmaktadır. Bu ikisi arasında bir uzlaşma olasılığı yok gibidir. Olaya olabilecek en nesnel düzeyde baktığımızda bu iki güçten hangisinin kazanabileceği konusunda bahse tutuşmaktan kaçınıyoruz. Bunu tarafsız kalmak istediğimiz için yapmıyoruz çünkü dolaylı denilebilecek bir şekilde hangi tarafı tuttuğumuz belli. Bunun nedeni bu çözümü olanaksız karşıtlık, bu sonsuza dek süreceğe benzeyen görüş ayrılığının yazgısal bir şeye benzediğini anlamış olmamızdır.

Bütünselleşme içtepisi ve ikili biçim içtepisi. Kıyametler kopmasına yol açan en önemli şey budur. Bütünsel Gerçekliğin gerçekleştirilme düşüncesine bile tahammül edebilmek mümkün değildir. Buna karşın her türlü nihai uzlaşma düşüncesini yadsıyan ikili biçimin bu keskin tutumunu sürdürebileceğine inanabilmek de pek gerçekçi bir düşünce değildir.

Kötülük konusunda suç ortaklığı diye bir şey varsa bunun her türlü nesnel çözümü yadsıyıp, sonsuza dek sürüp gidecek bilinçli bir tersine çevirme anlayışı üzerine oturduğu söylenebilir.

Her ne şekilde olursa olsun gerçekliğin, belirginliğinin ve ilkesinin sorgulanmasını kimse istememekte ve bunu yapan kişi bir negasyonist olmakla suçlanmaktadır.

İddia makamı: Sefalet, acı ve ölüm adli gerçeklik konusunda ne diyorsunuz?
Oysa burada söz konusu olan şey maddi şiddet ya da ortalığı yıkıp, geçiren mutsuzluk değildir- söz konusu olan şey açık seçik bir şekilde ortaya konulmuş olduğu düşünülen İyi ve Kötüye ait alanlara dokunulmasını da kapsayan, geçilmesi yasak olan bir sinir çizgisinin, gerçeklik adli bir tabunun çiğnenmiş olmasıdır ki, bunu yapan kişi hain ve sahtekar muamelesine maruz kalmaktadır.

Gerçekliğe, gerçeklik ilkesine olumlu ya da olumsuz bir yaklaşımın, bu ilkeyi çiğnemek kutsal bir düşünceyi çiğnemek gibi algılandığı ölçüde, politik hatta neredeyse dini bir seçim olarak nitelendirilebilir. Simülasyon var sayımı bile büyük ölçüde seytani bir düşünce gibi algılanmıştır (Kötülük düşüncesine özgü arkeoloji alanında sapkınlıkların sonuncusu olarak yerini almış görünmektedir).

Gerçeklik yanlısı yobazlar mesajla mesajı üreten kişiyi birbirine karıstırmak gibi büyüleyici bir düşünce biçimi geliştirmiş görünüyorlar. Söyle ki: Eğer simülasyondan söz ediyorsanız bu sizin bir simülatör olduğunuzu gösterir. Eğer sanal bir savaştan söz ediyorsanız, mevcut yüz binlerce ölü görmezden gelinerek, bu savaşın suç ortağı yapılırsınız.

Ahlaki olmayan tüm çözümlemeler hayalci ve sorumsuz olmakla suçlanmaktadırlar.

Eğer gerçeklik bir inanç sorunuysa ve bu inancın kanıtları olarak sunulan tüm göstergeler inandırıcılıklarını yitirmişlerse; gerçek bütün itibarini kaybetmiş ve gerçeklik ilkesi de ayakta duramayacak bir hale gelmişse; şeylerin itibar ve inandırıcılıklarını yitirmesinin nedeni biz yani simülakr mesajcıları değil, günümüzde yasamak duygusu da dahil olmak üzere her şeyi etkileyen bu belirsizliği körükleyen sistemin ta kendisidir.

Küreselleşmenin ön plana geçmesiyle birlikte bir yandan bütünsel bir güç, iktidar düzeyinde bir Bütünsel Gerçeklik oluşturulmaya çalışılırken diğer yandan bu gücün dağılıp parçalanmasına, bütünsel düzeydeki isleyişini engellemeye yönelik bir süreç oluşturulmaktadır.

Bunun dramatik bir tersine çevirme biçimi olduğu söylenebilir.
Dünyanın küreselleşmeye karşı göstermiş olduğu olumsuz bir tepki, bir tür tersine çevirme, intikam ve ortalığı yıkıp, harap eden bir ironi olarak da görebiliriz.

Bu Bütünsel Gerçeklik süreci tarafından yadsınan, dışlanan tüm güçler ayaklanarak bir anlamda Kötülüğe hizmet eden güçlere dönüşmektedirler. Gücün kendisi bütünsel görünmekten kaçınmakta, kendi kendinden kurtulmaya, kendi kendisiyle ilgilenmekten kaçınmakta ve dolayısıyla gizliden gizliye kendi kendine karşı çalışmaktadır.

Bu Kötülüğü açıklamak, bir yandan giderek büyüyen İyi güçlerin hegemonyasını betimlemek, diğer yandan (Evrenselleşmiş toplumlarla Evrenselleşememiş toplumları birbirlerinden ayıran) Evrensel adli ayrım çizgisinin çiğnenmesiyle birlikte, bu İyi güçleri paralel dünyalar oluşturmaya iten içsel bozukluklar, intihar eğilimli çekişmeler, alt üst olmalar ve anormal büyümeleri betimlemek demektir.
çeviri: Oğuz ADANIR
Izmir, Haziran 2004
LE PACTE DE LUCIDITE OU ..., Jean BAUDRILLARD, S. 11-17, Editions Galilée,2004, Paris.
Not: ÖZNE'nin 4. sayısından, 2004, s.11-13.

Salı, Şubat 20, 2007

Nermi Uygur'u Anıyoruz



Nermi Uygur'u Anıyoruz...

Konuşmacılar:
Betül Çotuksöken, Mustafa Günay, H. Haluk Erdem, Sibel Öztürk Güntöre.

Maltepe Üniversitesi
27 Şubat Salı 2007
saat 15:00
Hukuk Fakültesi Amfi 1

düzenleyen: Maltepe Felsefe bölümü, felsefe kulübü ve ÖZNE dergisi.

Çarşamba, Aralık 27, 2006

Estetik tarihimize bir bakış

ÖZNE'nin 1. sayısından bir yazı (Ocak-Şubat 2004)

ESTETİK TARİHİMİZDEKİ GELİŞMELERE BİR BAKIŞ

Arslan Kaynardağ


Osmanlılarda çağdaşlaşma konusundaki ilk önemli hareketleri 19. Yüzyılın başlarında görmekteyiz. Toplum yapısındaki değişmeler, büyük Avrupa devletleri ile ilişkilerin yeni bir duruma girmesi, geri kalmışlığın zararları ile ilgili düşünceler 1839 Tanzimat reformlarını gerekli kılmıştı.
Bu reformlarla birlikte basın ve yayın hayatındaki çeşitlilik arttı. Batı’dan yapılan çeviriler, eskisine benzemeyen bir kültür ortamı oluşturdu. Edebiyata yeni türlerin, yeni biçim, konu ve kavramların girmesine yol açtı. Bu arada okuyucu, Yunan Mitolojisini de tanımaya başlamıştı.1
Bizde çağdaş felsefe ilgisinin ilk yılları yine bu dönemdedir. O yıllardaki sanat etkinliklerine bakınca, karşımıza ilkin edebiyat çıkıyor. Daha önceki edebiyatta roman, tiyatro, makale, eleştiri...gibi türler yoktu. Divan şiiri uzun yılların birikimi ile gelen, sınırlı bir takım biçim ve düşünce kalıplarına uymak, günü geçmiş eski motifleri kullanmak durumundaydı. Düzyazı Arapça, Farsça sözcük ve tamlamalarla dolu, uzun ve anlaşılması güç tümcelerden oluşuyordu.
Resim yapmak, resim asmak iyi karşılanmazdı. İnsan figürü ancak, perspektiften, gölgeden ve yüz ifadesinden yoksun, psikolojiden habersiz minyatür sanatına konu olabiliyordu. Heykele gelince, ülkede bunun sanatçısı bulunmadığı gibi hakkında bilgi sahibi olanlar da pek azdı. Müzik ise, tek sesliliğin kendisine özgü çeşitlemelerinden başka bir şey değildi.
Sanat, gerçek insanı henüz keşfetmemişti. Hümanizma düşüncesinin gerilerinde kalan toplum, trajedi, dram, hatta komedi kavramlarına yabancı idi. Çünkü, o zamanın düşüncesine göre insanın hareketleri tanrı iradesi ile sınırlandırılmıştı. Bütün bunlar göz önünde tutultunca, böyle bir ortamda sanat felsefesi ve estetiğin yer alması beklenemez.
Tanzimattaki reformlar, eğitimde çağdaşlaşmayı gerekli kılmıştı. Medreselerin yanında laik okullar açılmaya başladı. İlk üniversite 1863’te, güzel sanatların eğitim ve öğretimini yapan Sanayi-i Nefise Mektebi2 1864’te açıldı.
Edebiyatımızda canlanma, hareketlenme ve değişme görülüyordu. İlk tiyatro yapıtı Şair Evlenmesi 1863’te, bizdeki ilk diyebileceğimiz İntibah (ki Namık Kemal yazmıştır) 1875’te3, edebiyatımızın estetik açıdan değerlendirme kaygısı taşıyan ilk kitap (Talim-i Edebiyat) ise 1872’de yayınlandı. İlk romanımızın, ilk anayasamızı kabul eden Meşrutiyet meclisinin açıldığı 1878’den az önce yayınlanması, ayrıca dikkat çekicidir.
İlk özel gazete Tercüman-ı Ahval 1860’da yayınlandı. Tanzimat’ın ünlü yazarı Şinasi, yazılarında noktalama işaretlerini kullandı. Daha önce böyle bir şeyi düşünen, yapan yoktu. Yenilik hereketlerindeki başka öncülüklerle, edebiyatımızın ilk reformcuları gazeteciler oldu.
Düzyazıda tümceler kısalmaya başlamıştı, kullanılan kavramlardaki dural nitelik yok olmuş gibiydi. Metin içine soru tümceleri girmiş, yazılar konuşma diline yaklaşmıştı.
Resim de değişiyordu. Çağdaş resme geçiş, ressamın doğaya ve insana yeni bakışla bakması yine
bu yıllardadır. Ayrıca romana, şiire de resim konusu
girmişti. Dönemin ünlü şairi Tevfik Fikret, aynı zamanda ressamdı.
Bu ortamda sanat tarihleri de yayınlanmaya başladı. Bizde bu konudaki ilk kitap Fünun-u Nefise Tarihine Methal (Güzel Sanatlar Tarihine Giriş) 1891’de yayınlanmıştır.4 “Estetik” sözcüğü ilk kez bu kitabın sayfalarında yer aldı. Daha önce bu konudaki bilgi ve düşünceler Arapça “hüsn-ü an” ya da yine Arapça “bedia” sözcükleriyle dile getiriliyordu. Yukarıdaki kitabın yazarı, “estetik” sözcüğünü kullanmıştı ama, sözcüğün yaygınlık ve süreklilik kazanması epeyce gecikti. Onun yerine daha çok “bediiyat” sözcüğü kullanıldı.
İkinci Meşrutiyet’in ünlü felsefecisi Rıza Tevfik, 1909’da estetik konusunda bir dizi makale yazdı (15 makale). Bu konunun bilim ve felsefe olarak özelliğine değindikten sonra, Platon’daki, Ortaçağ’daki ve Hegel’deki sanat felsefelerinden söz etti. Bu yazı dizisinin yayınlanması o günler açısından önemli idi.5
Böylece estetik ile ilgili ilk yazılar, ilk çeviriler basında görülmeye başlamış oluyordu. Özellikle o yılların önemli dergisi Servet-i Fünun’da gördüğümüz, estetik konusundaki yazı ve çevirilerin çoğunu, tanınmış yazar Hüseyin Cahit (Yalçın) yazmış ya da çevirmiştir. Daha çok Fransız felsefeci Hippolite Taine’in yazıları çevrilmektedir. Bu Fransız felsefecinin sanat konusunu ve sorunlarını toplumsal bakışla ele alıp açıklamaya çalıştığını Auguste Comte’cu pozitivist bir düşünür olduğunu da burada söylemek isterim.
Darülfünun’da (üniversitede) sanat felsefesi için bir kürsü ayrılması amacıyla girişimler başlamıştı. Bu konudaki dersleri tanınmış edebiyatçımız Halit Ziya (Uşaklıgil) verdi. Onun 1908’de ve 1909’un başlarında kısa bir süre verdiği bu dersler Hikmet-i Bedavi (güzellik felsefesi) adını taşımaktaydı.6
Halit Ziya ayrılınca aynı kürsüye dergilerdeki çeşitli yazıları ile tanınan Hamdullah Suphi (Tanrıöver) getirildi. Hamdullah Suphi, dersin konusunu ve adını değiştirerek Sanayi-i Nefise Tarihi (güzel sanatlar tarihi) yaptı. Amacı, daha çok Türk ve İslam sanatları konusunda bilgi vermekti. Haftada iki saatlik dersin bir saatinde üniversitede ders veriyor, öteki bir saatini İstanbul’daki eski Türk eserleri gösterip anlatmak için öğrencileri ile yaptığı programlı gezilere ayırıyordu. Bu tür bir ders bizde büyük bir yenilikti ve ilgi çekti.7
Darülfünunda böyle gelişmeler olurken Cumhuriyet dönemine geliyoruz.
Felsefenin liselerimizde ders olarak okutulması İkinci Meşrutiyet dönemindedir. (1911’de) “Estetik”, lise programına “bediiyat” adıyla girmiştir. Liseler için hazırlanmış ilk estetik kitabını ise, Cumhuriyet Dönemi’nde felsefe öğretmenliği yapan Ziyaettin Fahri (Fındıkoğlu) yazmış ve eğitim bakanlığı 1927’de yayınlamıştır.
Yine bakanlığın 1928’de Hippolite Taine’in Sanat Felsefesi ile Fransız Jean Marie Guyo’nun Sanat Söyleşileri’nin çevirilerini yayınladığını görmekteyiz. Fransa’da yeni yayınlanan bu iki kitaptan birinciyi Ali Ekrem (Bolayır), ikinciyi Hasan Ali (Yücel) çevirmiştir. Aynı yıllarda (1928-1929) İstanbul Üniversitesi’nin ders programlarına sanat tarihi dersi konuldu. Bu dersi, Fransa’dan gelen tanınmış sanat tarihçisi Albert Gabriel veriyordu.
1932’de liseler için iki estetik kitabı daha yayınlandı.8 Bunlar acemice, naif, hatta kimi yanlışları içeriyor olsalar bile konularının ilkleri olmaları bakımından ilgimizi çekmekten geri kalmıyorlar.
1930’lu yıllarda sanat konusunda en çok yazı yayınlayan yazar, İsmail Hakkı Baltacıoğlu olmuştur. Baltacıoğlu aynı zamanda, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde sanat felsefesi dersi vermekte ve eğitim bakanlığına sanat konularında danışmanlık yapmaktaydı. Yazılarında şu düşünceler özellikle dikkatimizi çekiyor:
“Cumhuriyet’i kuran, demokrasiyi ilan eden bir ulusun estetik konusunda da siyaseti olmalıdır. Türkiye, zaferi ve bağımsızlığını kazanmıştır. Ne var ki, “estetikTürkiye” ortada yoktur. Üniversitesi olan, ama güzel sanatları ihmal eden bir ülke yaşayamaz. Batı’nın sanatları alınmalı, öğrenilmeli, yeni akımlar izlenmeli, bunlar yapılırken geleneksel Türk sanatları daçağdaş bir bakışla değerlendirilip tanıtılmalıdır.”
1930’lu yıllardan söz ederken, Atatürk’ün Onuncu Yıl Söylevi’nde yer alan güzel sanatlara ilişkin düşünceleri burada özellikle anmak gerekiyor. O sözler, bütün yönleri ile önemli. Ben burada yalnız müzikle ilgili olanları aktaracağım. Şöyle diyordu Atatürk: “Güzel sanatların hepsinde ulus gençliği ilerletilmeye çalışılmaktadır. Ancak, en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan musikidir. Zira bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikideki değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir.”
Bu sözlerden bir yıl sonra Ankara’da Musiki Muallim Mektebi (Musiki Öğretmen Okulu) açıldı. Çok değil, iki yıl daha geçti. Devlet Konservatuarı açıldı.9Müzik ve tiyatro eğitim ve öğretimi için Batı ülkelerinden uzman profesörler, müzik bilginleri getirildi. Öğrenim görmeleri amacıyla yurt dışına öğrenci gönderilmesine özen gösterildi.
İlerlemenin beklenenden daha çabuk olduğu söylenebilir. Konservatuar açılırken, burada; tiyatro, bale, koro çalışmaları yapılması da düşünülmüştü. İkinci Dünya Savaşı yılları olmasına karşın, bütün bu düşünülenler başarı ile gerçekleşti. Söz konusu başarılar, amaçlanan Türk aydınlanmasına büyük katkılarda bulunmuştur.
Cumhuriyet’ten sonra, sanat bilinci, sanat felsefesi bilinci gittikçe belirginleşiyor. Avrupa’da öğrenim görüp dönenlerin üniversitelerde görev almaları 1930’lu yıllardadır. Örneğin, adını hepimizin bildiğini tahmin ettiğim felsefeci Suut Kemal Yetkin, Paris’ten dönerek 1932-1936 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde estetik ve sanat tarihi dersleri vermiştir. Böylece estetik konusu akademik alanda da yerini almış oluyordu.
Suut Kemal Yetkin, daha sonra Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne geçerek orada aynı dalda profesörlüğe yükseldi. Bizde estetiğin sevilmesinde büyük katkısı olan bu değerli hocanın sanat ve felsefe konusunda bir çok kitabı, yazısı ve çevirisi var.10 Sanat dergileri de çıkarmıştır. 1932-1942 yılları arasında bulunduğu Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Müdürlüğü’nde önemli etkinlikleri başlatmış, aydınlanma düşüncesinin yerleşmesinde emeği geçmiştir. Yine Suut Kemal Yetkin, 1967’de Ankara Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nün kurulmasını sağladı. Bu bölümde çok canlı ve verimli bir eğitim havası oluştu.
Bunlara değindikten sonra şimdi Avrupa’daki öğrenimlerinden dönen başkalarına bakalım: Avrupa’da doktorasını yapan bir başka felsefeci, Mazhar Şevket İpşiroğlu’dur. Bu hoca, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde ilkin 1930’lu yılların sonuna kadar ders verdi. 1946’da bağımsız sanat tarihi bölümünü ve ona bağlı film merkezini kurdu. Edebiyatçı Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte yaptığı çalışmalar, estetik tarihimiz açısından ayrıca üzerinde durulması gereken şeylerdir.
1950’li yıllara gelindiğinde sanat tarihi ve sanat felsefesi yüksek öğretimde yerleşmiş, sağlam temellere oturmuştu. Yalnız İstanbul ve Ankara üniversitelerinde değil, başka üniversitelerde de; örneğin Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde sanat tarihi kürsüsü kuruldu. Bu kürsüyü kuran, orada ilk dersleri veren Prof. İsmail Tunalı’dır.
X X X


Bu yazıda fenomenolojik ve ontolojik estetiğe de kısaca değinmek istiyorum11:
Fenemonoloji, Türkçe karşılığı ile görüngübilim, olaylara, yapıtlara onların özünü bularak bakma yöntemidir. Bu öze, “ayraca alınarak” ulaşılır. Sanata da her türlü sistemin dışında kalınarak bakılmalı, öze böyle ulaşıldıktan sonra yapıt değerlendirilmelidir.
Sanat ontolojisine gelince; felsefe olarak, fenomenolojiye yakın yönleri vardır. O da sanata/sanatçıya ilkeler, sistemler (izmler) yöneltmeyi doğru bulmaz. Sanat adını alan varlık alanını anlamak, bu alanın, insanın varlık yapısındaki yerini göstermek ister.
İstanbul Üniversitesi’ndeki felsefe hocaları arasında ilkin İpşiroğlu ile başlayan fenomenolojik estetik ilgisi az sonra Takiyettin Mengüşoğlu’nda görülmüştür. Prof. Mengüşoğlu yazılarında, derslerinde ontolojik estetiğin önemini vurgulardı. Bir kuşak sonrasının felsefecisi İsmail Tunalı yazdığı yazılarda, yayınladığı kitaplarda ontolojik estetiğe daha geniş yer ayırdı.12
X X X
Yıllar geçtikçe üniversite kürsülerinde, yeni kuşaklar ders vermeye başlıyor, sanat felsefesine, sanat tarihine yeni bilgiler, yeni boyutlar getiriliyor; yeni adlar ortaya çıkıyor.
Şimdi sanat felsefesi konusunda birden ilgi çeken genç bir felsefeciyi, onun hocası ile aralarında oluşan dostluktaki olağanüstü güzelliği anlatmak istiyorum. Genç felsefeci Bedrettin Cömert ile Prof. Suut Kemal Yetkin arasına kurulan saygı, sevgi, bilgi ve dostluk bağından bahsedeceğim. Prof. Yetkin’in 1978’de yazdığı yazıyı konumuzu ilgilendirdiği için buraya özetleyerek aktarıyorum13:
“19682deydi” diyor Yetkin, “fakültede odamın kapısı çalındı. İçeriye güleryüzlü bir delikanlı girdi. Hacettepe Üniversitesi’nde Sanat Tarihi Bölümü’nün açılmış olduğunu öğrendiğini, Roma Üniversitesi’nde estetik ve sanat tarihi öğrenimini tamamladıktan sonra orada doktorasını yaptığını söyledi. Kendisini sanat tarihi bölümüne alıp alamayacağımı sordu. Gözlerine baktım, hocam beni alırsanız pişman olmazsınız der gibi bir anlam vardı.
Hemen ertesi gün fakülteye gelmesini söyledim. Geldi, bir dilekçe yazdırdım ve asistan olarak aldım. Göreve layık olduğunu kanıtlamakta gecikmedi. Hızla ilerlemeye başladı. Sanatçı Giotto üzerine ikinci bir doktora tezi hazırladı. Bir yıl sonra filozof Croce üzerine hazırladığı bir inceleme ile doçent olmuştu.
Emekliye ayrılmamdan sonra benimle her türlü ilişkiyi kesenlerden olmadı. Her sevincini ilkin bana bildirmekten hoşlanırdı. Kendisini sevindiren şeylerin beni de sevindireceğini iyi bilirdi. Bir ay önce beni öğrencileriyle tanıştırmak için fakültedeki sınıfına götürmüştü. Öğrencilerine, gönül verdiğim estetik sorunları üzerindeki düşüncelerini anlattı. Gözlerine baktım, mutluluktan ışıldıyordu.”
Profesörün yazısı birkaç satır sonra bitiyor. Ama ben size o yazının başındaki satırları aktarmadım. Baştaki satırları gelin şimdi birlikte okuyalım:
“Bedrettin Cömert, Türk Dil Kurumu’na giderken, erken saatlerde yolu kesilerek öldürüldü. Bu haberi bana, önce trinitrin hapı verdikten sonra kızım açıkladı. Yüreğimden bir tel koptu gitti. Vah Cömert’im vah, sana nasıl kıydılar?
Sevgide, dostlukta soyadı gibi sonsuzca cömert olan Bedrettin, bir düşün adamı olduğu kadar, bir gönül adamıydı da. Parlak geleceğine inandığım, 38 yaşının bütün coşkunluğu ile yorulmadan çalışan bu gencin bir ikincisini bu güne kadar göremediğimi söylersem sakın abarttığımı sanmayın...”
Yıl 1978. Genç bir felsefecinin acı ölümü karşısında yetmişbeş yaşındaki eski bir hocanın ağıtı, duygu ve düşünceleri bunlar. Bugün 2003’te bulunuyoruz. Aradan yirmibeş yıl geçmiş. Bedrettin Cömert’in yeri doldurulamadı. Estetiğin, sanat tarihinin, kültürün kendisinden nice ürünler beklediği taze fidanı acımasızca yok edildi.
Olay çok sarsıcıydı ama, sanat tarihi, sanat felsefesi çalışmaları devam etmekten geri kalmadı. Edebiyat, resim, müzik, tiyatro, mimarlık tek sözcükle güzel sanatların bütün alanlarında çalışmalar olurken, bir yandan da sanat tarihçilerimiz, sanat felsefecilerimiz, yeni ürünler ortaya koymaya çalıştılar, çalışıyorlar. Biliyorum yeni felsefeciler, yeni sanat tarihçileri yetişecek. Bu yoldaki çalışmalara sahip çıkalım, katkılarda bulunalım. İnsan olana, birey olana bu yakışır, yok etmek değil.

(Not: Türkiye Felsefe Kurumu’nun 29.10.2002 tarihli seminerine bildiri olarak sunulmuştur.)
1 Fransız yazar Fenelon’dan Telemaque çevrildi. Bu yapıtta Yunan mitolojisine ilişkin bilgiler, bölümler var. İlk Yunan mitolojisi ise Mehmet Tevfik Paşa’nın Esatir-i Yunaniyan’ıdır. 1913’te (1329) yayınlanmıştır.
2 Cumhuriyet Döneminde Güzel Sanatlar Akademisi adını aldı. 1970’te ise Mimar Sinan Üniversitesi oldu.
3 Zaman bakımından öncelik 1872’de yayınlanan Taaşşuk-u Tal’at ve Fitnat (Talat’la Fitnat’ın Aşkları) romanındadır. Ne var ki, Şemsettin Sami’nin yazdığı bu roman edebiyat açısından zayıf ve acemicedir; İntibah kadar değerli değildir.
4 Kitabın yazarı Sakızlı Ohanes’tir. 1912 (1308)’de yayınlandı.
5 Bu yazılar Selanik’te yayınlanan Bahçe dergisinde çıktı. Dergi 1908-1910 yıllarında 52 sayı yayınlanmıştır.
6 Halit Ziya bu derste Eugene Vero’nun Estetique adındaki kitabından yararlanıyordu. Bu bilgiyi Şevket Rado’dan aldım. (Şevket Rado, Hayat Tarih Mecmuası, Ağustos, 1966)
7 Hamdullah Suphi Tanrıöver’in Anıları, 1968 (Yayınlayan Menteş Kitabevi, İstanbul)
8 Liseler için iki ders kitabı: a) Estetik, yazan Trabzon Lisesi Felsefe Öğretmeni Necmi, 1927 b) Bediiyat, yazan Mustafa Namık.
9 Orhan Şaik Gökyay, Devlet Konservatuarı Tarihçesi, 1941.
10 Bkz: Suut Kemal Armağanı,1987 ( Yayınlayan :Hacettepe Üniversitesi)
11 Arslan Kaynardağ, Türkiye’de Sanat Felsefesinin Gelişmesi, (İpşiroğlu’ya Saygı, Ada Yayınları, 1987)
12 A.g.y
13 Ah Cömert Vah Cömert, Cumhuriyet Gazetesi, 22 Temmuz 1978.

Pazartesi, Kasım 20, 2006

Geçmiş sayılardan seçilmiş yazılar


Sevgili Özne okurları ya da henüz okuyamamış olanlar,

ÖZNE'nin geçmiş sayılardından bazı yazıları yakında buradan da okuma imkanınız olacak. Sevgiler...

Cuma, Kasım 17, 2006

DÜNYA FELSEFE GÜNÜ KUTLANDI (13.11.2006)

DÜNYA FELSEFE GÜNÜ KUTLANDI (13.11.2006)


H. Haluk Erdem


Yamaç: “Felsefi etkinlikleri dogmalardan kurtarmak hepimizin görevi”

Gazi Üniversitesi ile Bilim ve Bilimsel Felsefe Çevresi tarafından 13Kasım’da Dünya Felsefe Günü çerçevesinde bir program düzenlendi.Üniversitemizde geçen yıl ‘Felsefe, Toplum ve Bilim’ paneliyle ilki kutlananDünya Felsefe Günü, bu yıl daha katılımlı etkinliklerle devam etti.
Rektörlük Mimar Kemaleddin Salonunda gerçekleştirilen programın açılışındakonuşan Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kadri Yamaç, felsefe etkinliklerinin batı kaynaklarına göre Talesten başladığını söyleyerek, “Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının katkılarının pratikte kaldığı açıktır” dedi.
Helen-Roma antik felsefe döneminde önemli adımlar atıldığını ifade edenYamaç, “Tales’le başlayan dönemde sorular sorulmaya başlandı. Nasıldan çok,neden incelendi. Ortaçağdan sonra felsefenin farklı bir etki altına girdiğini görüyoruz. Ortaçağa kadar aslında felsefeciler önemli sorular sordular ve önemli yanıtlar verdiler. Psigor, Tales teorilerini o yılara borçluyuz” şeklinde konuştu.
Ortaçağdan sonra felsefenin ayaklarının yerden gökyüzüne çıktığını hatırlatan Yamaç, bu dönemde felsefenin Hıristiyanlığın bir yürütücüsü haline geldiğini vurguladı. “Felsefenin öyküsü uzundur” diyen Yamaç, sözlerine şöyle devam etti: “Felsefe ile uğraşanlar, felsefe tarihine önem verirler, haklıdırlar. Çünkü felsefe bakış açımızın anlaşılabilmesi içinnasıl, neden sorusunun, o yıllardan nereye geldiğimizin yanıtının bilinmesi gerekiyor.”
Ortaçağ sonrasında doğu dünyası ile batı dünyası arasında bir kopma olduğunuanlatan Prof. Dr. Yamaç, “Aydınlanma süreci dediğimiz o yıllar, aslında bilginin gökyüzünden yeryüzüne indirildiği yıllardır. Bu yıllarda doğu toplumları bilgiyi gökyüzünden yeryüzüne indirmekte ciddi sorunlar yaşadı”
Aydınlanmaya hizmet eden çok sayıda felsefeci olduğuna değinen Kadri Yamaç,nesne ve olgular arasındaki ilişkinin aydınlanma sonrasında berraklaşmayabaşladığını kaydetti.20’nci yüzyılda felsefenin niteliğinde, sorularında, yöntembilimdedeğişiklikler başladığı bilgisini veren Rektör Yamaç, bu dönemde artıkdogmaların bir yana bırakıldığını ve bilimin ortaya çıktığını söyledi.20’nci yüzyıl felsefesinin bu doğrultuda ciddi değişikliklere uğradığındansöz eden Yamaç, şunlara dikkat çekti: “20’nci yüzyıl felsefesine yüzyılınbaşından itibaren damgasını vuran çeşitli olaylar vardır. Bu olayların birkısmı bilimsel alanda gerçekleşmiştir. Ama bugün felsefe daha çok bilgininne olduğu, bilginin nasıl elde edildiği, bilginin elde edilme süreçleri,yöntem bilgisinin ne olduğu ile ilgili sorularla uğraşmaktadır.”Yamaç, etiğin, felsefenin ciddi uğraş konularından birisi olduğunusöyleyerek, çağın koşullarına göre felsefeyi yorumlamanın da değiştiğiniaktardı.Felsefi etkinlikleri dogmalardan kurtarmanın hepimizin görevi olduğunu dilegetiren Prof. Dr. Yamaç, sözlerini şöyle noktaladı: “Dogmanın içerisindekibir felsefe, felsefe olma niteliğini bütünüyle kaybeder. Biz reformu veaydınlanmayı yaşamadık. Yapılacak şey, felsefeyi doğru, sağlam bacaklarüzerine oturtmaktır. Felsefe sirkülasyonlara dayalı olarak yapılamaz. 200yıl öncesinde kalmış mitoslarla dolu bir felsefenin günümüzde yeri yoktur.Ben felsefeyi bir bilim dalı olarak, bir bilimsel etkinlik olarak görmekistiyorum.”“Felsefeciler kendi ‘fildişi’ kulelerinden çıkmalı”Öğr. Gör. Dr. Haluk Erdem ise, 1946 yılında resmen yürürlüğe giren, bu yıl60. kuruluş yılını kutlayan UNESCO’nun dünyadaki olumsuz gelişmelerin ilkçıkış yerinin insan zihni olduğunu belirtmesiyle, bir noktayı yenidendüşünmeye başladıklarını söyledi. “İnsanlar birtakım eylemlerinigerçekleştirmeden önce, zihninde bunu belirli istemlere göre kurarlar,",1]
);
//-->
şeklinde konuştu.
Aydınlanmaya hizmet eden çok sayıda felsefeci olduğuna değinen Kadri Yamaç,nesne ve olgular arasındaki ilişkinin aydınlanma sonrasında berraklaşmayabaşladığını kaydetti.
20’nci yüzyılda felsefenin niteliğinde, sorularında, yöntembilimde değişiklikler başladığı bilgisini veren Rektör Yamaç, bu dönemde artık dogmaların bir yana bırakıldığını ve bilimin ortaya çıktığını söyledi. 20’nci yüzyıl felsefesinin bu doğrultuda ciddi değişikliklere uğradığından söz eden Yamaç, şunlara dikkat çekti: “20’nci yüzyıl felsefesine yüzyılınbaşından itibaren damgasını vuran çeşitli olaylar vardır. Bu olayların bir kısmı bilimsel alanda gerçekleşmiştir. Ama bugün felsefe daha çok bilginin ne olduğu, bilginin nasıl elde edildiği, bilginin elde edilme süreçleri, yöntem bilgisinin ne olduğu ile ilgili sorularla uğraşmaktadır.”
Yamaç, etiğin, felsefenin ciddi uğraş konularından birisi olduğunu söyleyerek, çağın koşullarına göre felsefeyi yorumlamanın da değiştiğini aktardı.
Felsefi etkinlikleri dogmalardan kurtarmanın hepimizin görevi olduğunu dilegetiren Prof. Dr. Yamaç, sözlerini şöyle noktaladı: “Dogmanın içerisindekibir felsefe, felsefe olma niteliğini bütünüyle kaybeder. Biz reformu veaydınlanmayı yaşamadık. Yapılacak şey, felsefeyi doğru, sağlam bacaklarüzerine oturtmaktır. Felsefe sirkülasyonlara dayalı olarak yapılamaz. 200yıl öncesinde kalmış mitoslarla dolu bir felsefenin günümüzde yeri yoktur.Ben felsefeyi bir bilim dalı olarak, bir bilimsel etkinlik olarak görmekistiyorum.”
“Felsefeciler kendi ‘fildişi’ kulelerinden çıkmalı”
Öğr. Gör. Dr. Haluk Erdem ise, 1946 yılında resmen yürürlüğe giren, bu yıl60. kuruluş yılını kutlayan UNESCO’nun dünyadaki olumsuz gelişmelerin ilkçıkış yerinin insan zihni olduğunu belirtmesiyle, bir noktayı yenidendüşünmeye başladıklarını söyledi. “İnsanlar birtakım eylemlerinigerçekleştirmeden önce, zihninde bunu belirli istemlere göre kurarlar,
verdi: “Dünyada olup biten olumsuzlukların nedeni olarak insan zihninedikkati çekiş, UNESCO’nun felsefi bilincin yaygınlaştırmasının önünü açmakgibi bir dizi kararlar almasını beraberinde getirmiştir. Dönemin UNESCOGenel Direktörü tarafından dile getirilen ‘21. yüzyılın anahtarlarından biriartık felsefe eğitimidir’ ifadesi de bunu göstermektedir.”Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda görüşülerek 2002 yılından itibarenKasım ayının 3. Perşembe gününün Dünya Felsefe Günü olarak kutlanmasınınkararlaştırıldığını söyleyen Dr. Haluk Erdem, “Milli Eğitim Bakanlığımızbelirli gün ve haftalar içine 20 Kasım tarihini bu güne ayırmıştır. Resmiolarak kabul edilen Dünya Felsefe Günü her yıl yaygınlaşarak devametmektedir” ifadesini kullandı.Dünyada ilk Dünya Felsefe Günü kutlamalarının 50’yi aşkın ülkede kutlanmayabaşlanırken 3’üncüsü gerçekleştirilen 2004 yılı Dünya Felsefe Kutlamalarının80’den fazla ülkede kutlanma başarısını gösterdiğini dile getiren Dr. Erdem,bu sayının her yıl giderek arttığına işaret etti. Bu günle kamuoyunundikkatinin felsefenin yaşamımızdaki yerine çekildiğinin üzerinde duranErdem, “Felsefecilerin kendi ‘fildişi’ kulelerinden çıkıp toplum ve dünyasorunlarına eğilmesi hiç kuşkusuz bu bakımdan gerekli bir çabadır” dedi.Erdem, Dünya Felsefe Günü’nün insanın düşünme olanağına ve bu olanakla nasıldoğru yargılar verebileceğine yeniden bakabilme günü olduğunu sözlerineekledi.Program, Oturum Başkanlığını üniversitemiz Rektör Yardımcısı Prof. Dr. TubaOngun’un yaptığı “Felsefe, Eğitim ve Medya” adlı panelle devam etti. Paneleİletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Korkmaz Alemdar, Milliyet GazetesiAnkara Temsilcisi Fikret Bila, Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.Semih Koray, Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Harun Tepekonuşmacı olarak katıldı.Ayrıntılar Gazi Haber’de…",0]
);
//-->
oluştururlar, yani düşünürler” diye konuşan Erdem, şu görüşlere yerverdi: “Dünyada olup biten olumsuzlukların nedeni olarak insan zihninedikkati çekiş, UNESCO’nun felsefi bilincin yaygınlaştırmasının önünü açmakgibi bir dizi kararlar almasını beraberinde getirmiştir. Dönemin UNESCOGenel Direktörü tarafından dile getirilen ‘21. yüzyılın anahtarlarından biriartık felsefe eğitimidir’ ifadesi de bunu göstermektedir.”Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda görüşülerek 2002 yılından itibarenKasım ayının 3. Perşembe gününün Dünya Felsefe Günü olarak kutlanmasınınkararlaştırıldığını söyleyen Dr. Haluk Erdem, “Milli Eğitim Bakanlığımızbelirli gün ve haftalar içine 20 Kasım tarihini bu güne ayırmıştır. Resmiolarak kabul edilen Dünya Felsefe Günü her yıl yaygınlaşarak devametmektedir” ifadesini kullandı.
Dünyada ilk Dünya Felsefe Günü kutlamalarının 50’yi aşkın ülkede kutlanmayabaşlanırken 3’üncüsü gerçekleştirilen 2004 yılı Dünya Felsefe Kutlamalarının80’den fazla ülkede kutlanma başarısını gösterdiğini dile getiren Dr. Erdem,bu sayının her yıl giderek arttığına işaret etti. Bu günle kamuoyunundikkatinin felsefenin yaşamımızdaki yerine çekildiğinin üzerinde duranErdem, “Felsefecilerin kendi ‘fildişi’ kulelerinden çıkıp toplum ve dünyasorunlarına eğilmesi hiç kuşkusuz bu bakımdan gerekli bir çabadır” dedi.
Erdem, Dünya Felsefe Günü’nün insanın düşünme olanağına ve bu olanakla nasıldoğru yargılar verebileceğine yeniden bakabilme günü olduğunu sözlerineekledi.
Program, Oturum Başkanlığını üniversitemiz Rektör Yardımcısı Prof. Dr. TubaOngun’un yaptığı “Felsefe, Eğitim ve Medya” adlı panelle devam etti. Paneleİletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Korkmaz Alemdar, Milliyet GazetesiAnkara Temsilcisi Fikret Bila, Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.Semih Koray, Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Harun Tepekonuşmacı olarak katıldı.
Ayrıntılar Gazi Haber’de…

Dünya Felsefe Günü

2006
DÜNYA FELSEFE GÜNÜ
MESAJI

Dünya Felsefe Günü kutlamaları, bizde olduğu gibi dünya ülkelerinde de yayılıyor. Kimi ülkelerde bir gün, kimi ülkelerde de bir hafta boyu düzenlenen etkinliklerle kamuoyunun dikkati felsefeye ve felsefe bilgisinin yaşamdaki yerine çekiliyor.


Dünya Felsefe Günü üç yıl Paris’te, UNESCO Merkezinde görkemli bir şekilde kutlandıktan sonra, bu geniş boyutlu uluslararası kutlamanın her yıl başka bir ülkede yapılmasının uygun olacağı; bunun, bir Felsefe Günü ilân etmenin amacına daha çok hizmet edebileceği düşünüldü. Böylece 2005 yılının kutlanması Şili’de (Santiago’da) yapıldı, bu yıl da Fas’ta (Rabat’ta) yapılıyor. Gelecek yıl, Dünya Felsefe Gününe biz, İstanbul’da ev sahipliği yapacağız. Ukrayna da 2008 yılı için sırada.


Bu kutlamalar çok sevindirici. Ne var ki felsefî bilginin yaşamın çeşitli alanlarında etkili olabilmesi için, felsefenin yararlarını yalnızca anlatmak yetmez. Felsefî bilgiye dayanan yaptıklarımız-ettiklerimizle, felsefenin yararlarının örneklerini de vermemiz gerekiyor.


Bunun için 2006 yılı Felsefe Gününün felsefî bilginin ülkemizde yaşama –kişi yaşamına, kamu yaşamına, hukuka, siyasete, ekonomiye– daha çok ışık tutması için ne gibi yeni yolların denenebileceğini; örgün ve yaygın felsefe eğitiminin daha verimli olabilmesi için başka nelerin yapılabileceğini tartışarak, bunları gerçekleştirme yolunda yeni adımlar atmamıza bir vesile olmasını diliyorum.


Değerli Meslekdaşlarım, Sevgili Felsefe Öğrencileri ve Felsefe Dostları, Felsefe Gününüz kutlu olsun.

Ioanna Kuçuradi
Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı