Perşembe, Şubat 14, 2008



Ortega Y Gasset’e Göre Aşkın Boyutları ve Ayrımları[*]
Sâra ÇELİK

GİRİŞ
20. yüzyılda birey, yaşam, toplum ve toplumsal sorunlar üzerine duyarlı ve sorumlu bir düşünür kimliği ile yazan Jose Ortega Y Gasset ele aldığı her kavram ve konuya çözümleyici bir açıklık getirmenin yanı sıra, zengin ve doyurucu içerimler kazandırmayı da bilmiştir. Bu arada sevgi konusunu da görmezlikten gelmemiş ve “Sevgi Üstüne”
** adlı yapıtında, sevgi ve aşk kavramlarını da aynı çözümleyici ya da fenomenolojik tutumla, en ince ayrıntıları ve sisli puslu noktaları gün ışığına çıkaran, bir o kadar gerçekçi, ayakları yere sağlam basan açıklamalarla gözler önüne sermiştir. Ne var ki ortaya koyduğu görüşlerle sevgi gibi geniş kapsamlı bir konunun sistematik bir açımlanması programının tamamlandığına karar verecek denli dogmatik bakış açılı bir düşünür değildir. Yapıtında, bu alanda daha yapılacak çok iş olduğu noktasına sık sık vurgu yapar. Ona göre şimdiye dek “insan, topografyasında sevgi alanı kadar az araştırılmış başka bir alan yoktur.”1

Gerçekte sevginin oldukça karmaşık yapılı bir olgu olduğu kolayca görülebilir. Sınırsız denilebilecek çeşitlilikte sevgi türleri olduğu bilinen bir gerçektir. Bunların aydınlatılması, aralarındaki ilişkilerin araştırılması ve ortaya konması, her birinin en işlevsel olanları merkeze alan bir sistem içinde konumlandırılmaları amacına yönelik bir çaba, hedefe büyük ölçüde yaklaşan bir ‘sevgi fenomenolojisi’ kotarmak anlamına gelebilir.

Ortega Y Gasset yapıtında tüm sevgi türlerini büyüteç altına yatırmadığı için onun gerçekleştirdiği bu önemli görevi böyle bir fenomenoloji çalışmasına bir giriş ya da bu alanda atılması gereken ilk ve temel bir adımın atılmış olması biçiminde görebiliriz. Çünkü sevgiye konu olan nesneleriyle ayrımlaşan insan sevgisi, tanrı sevgisi, bilim sevgisi, vatan sevgisi, ana-baba sevgisi, evlat sevgisi, doğa sevgisi, hayvan sevgisi gibi daha pek çok sevgi türlerini birbirine bağlayan üretken kök ya da gövde, tam da sevgi ediminin kendisi olsa gerektir. Tüm çeşitleri bir sevgi etkinliği haline getiren bu temel taşıyıcı, ana gövdenin dallarından ayrı olarak incelenmesi pek doğru olmayabilir. Ama tümüyle yanlış olacağı da kuşkuludur. Çünkü tüm sevgi çeşitlerinde ortak olan temel katman, sevme ediminin kendisidir. Bu edim her bir sevgi türünde yer alan ve değişmeden kalan özdür. Bu öz çerçevesinde sevilen şeyin özelliklerine göre bir takım ayrımlaşmalar öteki sevgi türlerini ortaya çıkarır. Bu nedenle bir insansal, zihinsel edim olarak sevginin ne olduğunun öncelikle açıklanması uygun olabilir. Ortega Y Gasset’te yapıtında böyle bir yol tutarak önce oldukça yeterli bir sevgi açımlaması yaptıktan sonra, aşk konusuna yönelmiş ve yapıtta tam bir aşk fenomenolojisi gerçekleştirmiştir.

Bu bağlamda mistiklerin tanrıya duydukları sevgiyi de ele alıp değerlendirmesine karşın, yaptığı açıklama, sıradan insanların tanrıya duyduğu sevgiyi bağlam içine almayı göz ardı ettiğinden dolayı, bu konu bir bakıma olması gereken sınırlar içinde ele alınmamış sayılabilir. Bu nedenle bu incelemede Ortega’nın bu alandaki görüşleri bir tarafa bırakılarak tümüyle sevgi ve aşkla ilgili düşünceleri ön plana çıkarılmıştır. Bir başka deyişle bu bildiride düşünürün sevgi üstüne adlı yapıtındaki sevgi ve aşkla ilgili olarak bize göre temel ve önemli görülen düşüncelerini sizlerle bir kez daha paylaşma yolu tutmuş oluyoruz. Şu halde tüm sevgi türlerinin olmazsa olmazı sevginin ne olduğunu öncelikle ele alarak konumuza yoğunlaşmanın tam sırasıdır.

1. Sevginin Neliği
Sevgi nedir? Sorusuna kestirme bir tanımsal yanıt vermek hem kavramı tam olarak açıklama olanağı vermeyecek, hem de kafaları daha da bulandırıcı olabilecektir. Bu nedenle irdeleyici bir tutumla adım adım gitmekte yarar vardır.

Ortega Y Gasset’e göre sevgi her şeyden önce insanın en temel ruhsal edimlerinden birisidir, ama önemli olan ne tür bir ruhsal edim olduğunun öncelikle belirtilmesidir. Bilişsel bir edim mi? Bir istenç edimi mi? Ya da salt bir duygu mu? Sevgide bilginin de istencin de etkili oldukları yadsınamaz ama sevgi, kumaşı bakımından bilişsel ya da istençsel olmaktan daha çok duygusal bir edimdir. Bu açıdan geçmişten bugüne konu ile ilgilenen düşünürlerin yanı sıra tüm öteki insanlar da görüş birliği içindedir. Bunu açık bir gerçek kabul ederek, duygunun neliği bakımından geriye doğru gitmeye gerek yoktur. Asıl önemli olan nokta Ortega Y Gasset’e göre; sevginin salt bir duygu olmakla kalmayıp aynı zamanda bir etkinlik (faaliyet) olmasıdır. Burada temeli duygusal olan, gücünü ve dinamiğini bu duygusallıktan alan belli türden bir etkinlik söz konudur. Ancak bu boyut geçmişten bugüne hep atlanarak sevgi salt bir duygu türü biçiminde görülmüştür. Böyle olunca da bu açıklama tarzı olguyu karşılayamadığı için hep eksik kalmıştır. Ortega Y Gasset sevginin duygu olmanın ötesine geçerek sürekli bir etkinlik olma, bir eyleme, bir uğraşı olma boyutuna çok önem verir ve özel bir vurgu yapar. Şu halde bir başlangıç tanımı yapmak gerekirse, ‘sevgi birisinin bir şeye yönelik olarak gerçekleştirdiği duygusal nitelikli bir etkinlik tarzıdır,’ demek oldukça uygun olabilir. Ne var ki sevginin ne türden bir etkinlik olduğunun daha da somutlaştırılması gerekmektedir. Çünkü bu soyut tanımlama sevginin düşman kardeşi olan nefret’e de tamı tamına uyar. Nefret de bir şeye yönelik olarak ortaya konan duygusal bir etkinliktir. Bu durumda bunları birbirinden ayıran daha başka etkenlere gereksinim olduğu açıktır.

Ortega Y Gasset sevgi ve nefreti birbirinden salt nedenleri ve amaçları ile ayırt etmenin olanaklı olduğunu öne sürer. Buna göre, nefretin nedeni olumsuzdur: Kişinin haksızlığa uğradığını, kendisine kötülük yapıldığını, sevilmediğini düşünmesi gibi olumsuz duygu ve düşünceler söz konusudur, bu açıdan. Amacı da nefret edilen şeye zarar vermek, onu yakıp yıkmak ve hatta ortadan kaldırmaktır. Sevgi ise nefretteki bu durumun tam tersi bir tutum içindedir. Nedeni bir eksiksizlik, bütünlenme, kusursuzluğa ve yetkinliğe ulaşma isteğidir. Amacı, sevilen varlığın her şeyden önce varlığını onaylamak, doğrulamak onu geliştirerek, yaşatmak ve yüceltmektir. Şu halde sevgiyi buna göre yeniden tanımlamamız gerekirse “sevgi bir kişinin bir şeye yönelik olarak ortaya koyduğu olumlayıcı, onaylayıcı, yapıcı, yüceltici bir duygusal etkinliktir. Buna karşılık, nefret, sevgi gibi nesnesine doğru gitmekle birlikte amacı zarar vermek, yok etmek olduğu için özü gereği nesnesinden ayrılır, kendisini ondan yalıtlayarak kendisi ile nefret edilen şey arasına derin bir uçurum açar. Oysa yine nesnesine bir gidiş, akış olan sevgi, sonunda ırmağın denize kavuşması gibi, sevgi nesnesi ile birleşme, bütünleşme, kaynaşarak bir olma yolundadır. Sonul nokta sevenin sevilenle birleşmesi ve varlığını onda eritmesidir. Böylece sevgi ruhun merkezkaç bir edimidir; daima seven sevilene gider, sevilenin sevene gelmesi gibi bir zorunluluk içermez.

Sevginin özünün salt bir etkinlik, devinim olması onu sevinç, üzüntü ya da haz, mutluluk, çökkünlük gibi duygulardan da ayırır. Çünkü bunlar bir kişinin tüm edilginliği içinde de yaşanabilirler. Bir köşeye çekilerek, saatlerce ve hatta günlerce sevincimizi mutluluğumuzu ya da mutsuzluğumuzu yaşayabiliriz. Bu duygular genelde ben –merkezci, ben’in salt kendi içsel dünyasında yer alan duygulardır. Gerçi bunlardan da eylemler doğmaz değil. Ama bu eylemler, bu duyguların kendilerinden tümüyle farklı şeylerdir. Bu nedenle Ortega Y Gasset’e göre sevgiyi bu edilgin duygularla ilişkili olarak tanımlamak doğru olmayacaktır. Oysa Spinoza’nın böyle bir yol tuttuğu görülür: Spinoza’ya göre “sevgi dışsal bir nedenin fikrinin eşlik ettiği hazdan başka bir şey değildir. Nefret de dışsal bir nedenin fikrinin eşlik ettiği acıdan (üzüntüden) başka bir şey değildir.”2 Bu durumda sevgi bize mutluluk veren şeyin farkında olarak mutluluğu yaşamak oluyor. Nefret de bize acı veren şeyi bilerek, onun farkında olarak acı çekmek oluyor. Ama görüldüğü gibi bu durumlarda sevilene ya da nefret edilene doğru yönelmiş olan hiçbir etkinlik görülmüyor. Nefret bakımından iyi de –keşke nefretin tanımı böyle olabilseydi!- sevdiği adına hiçbir şey yapmayan sevgi zaten sevgi sayılamaz; çünkü gerçek sevgi boş durmaz; zihinsellik düzeyinde olduğu gibi eylemlilik düzeyinde de sürekli bir etkinlik gösterir. Yani sevgi özü bakımından bir süreçtir, bir akıştır. İnsan zaman zaman sever, aralarda sevmez diyemeyiz. İnsan, sevgisi devam ettiği sürece, sürekli olarak sever. Bu süreklilik özelliği sevgiyi arzudan da ayırır. Pek çok arzu, çeşitli nedenlerle zaman zaman doğar, doyurulunca da söner. Ama bir süre sonra yeniden ortaya çıkar. Sevgide böyle bir kesintililik olmadığını zaten belirtmiş bulunuyoruz. Gerçi sevgilerimizden de pek çok arzuların doğduğunu söyleyebiliriz. Örneğin vatanımızı sevdiğimiz için onunla ilgili iyi bir gelecek arzu ederiz. Orada yaşamayı ya da ölmeyi arzu ederiz ve bunun gibi. Ama tüm bu arzuların temeli sürekli akışkanlık gösteren sevgi devinimi olduğu için, bu tür arzular sevginin zaten olumlayıcı edimleri olmaktadır. Sevgi birtakım arzuların kesintisiz bir kaynağı olma durumundadır. Bu nedenle örneğin St. Thomas’ın “sevgi iyiye duyulan arzudur”, “nefret de kötüye duyulan arzudur”3 tarzındaki tanımlamalarının da çok büyük ölçüde tek yanlı ve eksik kaldığı kolayca görülebilir.

Şu halde tüm bu söylenenlerin ışığında sevgiyi bir kez daha tanımlamak istersek, “sevgi ruhun merkezkaç bir edimi olarak, sevilen varlığa doğru giden, onun varlığını onaylayarak, doğrulayarak, seveni sevilenle bütünleştirmek isteyen, duygusal nitelikli bir devinimdir,”4 diyebiliriz.

2. Aşkın Boyutları ve Ayrımları
Ortega açısından sevginin bu çözümlenişi, bir kadının bir erkeğe ya da bir erkeğin bir kadına yönelttiği sevgi türünü daha iyi anlamada yolumuzu aydınlatacaktır, hiç kuşkusuz. Bir kez bu sevgi türü bakımından Türkçe’de şanslı durumdayız. Çünkü bu sevgi türünü adlandıran özel bir terimimiz var: Aşk ya da aşık olma. Gerçi bu terim zaman zaman genel anlamdaki sevgi terimiyle eş anlamlı olarak kullanılmıyor da değil; tanrı aşkı, bilim aşkı vatan aşkı ve bunlara benzer deyimlerde olduğu gibi. Ama dikkat edilirse bu deyimlerde ‘aşk’ sözcüğü düpedüz ‘sevgi’ sözcüğü ile eşanlamlı kullanılmaktadır. Şu halde ele alacağımız konu kendi özel anlam-boyutu içindeki aşktır. Bu sevgi türüne cinsel (erotik) sevgi de denilmektedir. Çünkü sadece bu sevgi türünde öteki sevgi türlerinde bulunmayan bir boyut olarak cinsellik boyutu yer alır. Öyleyse öncelikle aşktaki bu cinsellik boyutunu doğru olarak belirlemek önümüzü daha aydınlık görmemizi kolaylaştıracaktır. Çünkü bu alanda sık sık gündeme gelen bir yanılgı vardır. Bu da pek çok düşünür ve yazarın bu sevgi türünü salt bir cinsellik olgusu olarak görme ya da cinselliğe indirgeme yoluna gitmeleridir. Bu kişilerin iddialarına göre aşk cinselliğin toplumsallaştırılmış ya da süblime edilmiş bir görüngü kazandırılmasından başka bir şey değildir. Oysa Ortega’ya göre bu yaklaşım aşkı ortadan kaldırmaktan başka bir şey değildir. Çünkü aşkta cinselliğin dışında biraz sonra göreceğimiz gibi çok daha insansal anlam boyutları vardır.

Ayrıca aşkın alanını tümüyle cinsellik alanı ile eşitlemeye kalkışmak normallik boyutundan da sapmak anlamına gelecektir. Neden? Bu noktada cinsel içgüdü ile cinsel sevgi yani aşk arasında kesin bir ayrım yapmak gerekiyor. Ortega’ya göre bu ayrımı ilk gören 20 yy.’ın önemli düşünürlerinden Max Scheler olmuş. Buna göre bir birey cinsel içgüdüden doğan cinsel arzuyu, doyumu sağlayacak bireyi görmeden-tanımadan önce duyar. Bu yüzden de arzusunu herhangi biri doyurabilir. İçgüdü salt içgüdü olarak kaldığı sürece seçim yapmaz. Belki türün devamlılığını güvence altına alabilir ama onun eksiksizleştirilmesini, kusursuzlaştırılmasını güvence altına alamaz. Çünkü içgüdü doğası gereği, kusursuzluğa yetkinliğe yönelmiş bir itilim değildir. Oysa erotik sevgi, bir başka deyişle, öteki insanın bedeni ve ruhuyla bütünleşme, kaynaşma arzusu duyan sevgi gerçek bir seçme edimine dayanır.5

Bu nedenle bir varlıkla bütünleşme, kaynaşma isteği, sevgi nesnesinden önce varolmak yerine, karşımıza çıkan ve sahip olduğu birtakım özel nitelikler nedeniyle bizi etkileyen ve böylece bizde erotiklik sürecini uyandıran bir kişi karşısında doğar. Ortega şöyle diyor: “böyle bir arzu doğar doğmaz, seven kişi kendi bireyselliğini sevdiği kişide eritmek yolunda garip bir eğilim duymaya başlar. Başka herhangi bir durumda, herhangi birisinin bireysel varlığımızın sınırlarını çiğnemeye kalkışması, bizi son derece öfkelendirirken, aşkın o, kendinden geçirici doyumunda karşımızdakinin varlığımıza sızmasına anlaşılmaz bir biçimde öylesine açık oluruz ki ancak bu iki kişinin birlik içinde erimesi yine bu iki kişinin birlikte oluşturdukları bir bireysellik içinde gerçekleşir.”6 Hatta bu bireysellik öylesine önemlidir ki St. Simoncular da “gerçek bireysellik bir kadınla bir erkeğin oluşturduğu bireyselliktir” demişlerdir,- Şu halde cinsel sevgi temeldeki bir seçme edimine dayalı olarak, iki kişinin oluşturdukları yepyeni bir bireysellik anlamına da gelmektedir.

Üstelik aşktaki bu birleşme, bütünleşme özlemi, yalın bir birleşme değil yapıcı, yaratıcı bir birleşme özlemidir: Sevgi bu birlikteliğin tanığı olarak, sevgilinin kusursuzluğunu sürdürecek, doğrulayacak bir çocuk meydana getirme yolundaki az çok açık bir arzu ile doruklandığında, gerçek kaynaşma sürecine girmiş olur. Erotik sevginin oluşturduğu bu üçüncü varlık, yine bu sevgi türünün bir temel ayrımını gözler önüne sermiş olur. Çocuk ne annesinin ne babasınındır; bu iki kişinin kişileştirilmiş bir birliğidir.7 Beden ve ruhla biçimlendirilmiş bir bütünlenme, yetkinleşme atılımıdır. Platon “sevgi güzellik içinde doğurma arzusudur”, derken öncelikle erotik sevginin bu birincil ayrımını vurguluyordu. Ayrıca onun güzellik deyince anladığı şey de gerçek bir kusursuzluk, yetkinlik anlamındadır. Ancak Platon’un bu tanımı da sevgiyi salt bir arzu olarak gösterdiği için yine tek yanlı kalmaktadır, dikkat edilirse. Şu halde cinsel içgüdü ile aşk arasındaki en temel ayrım, içgüdünün hiçbir biçimde seçim yapmaksızın, kendisini çeşitlilik içinde doyurma yolu tutmasına karşın, aşkın düpedüz ayrımcılık yaparak, birisine bağlanması ve onunla yepyeni bir bireysellik oluşturmasıdır. Böylece Ortega’ya göre “bir erkeği başka cinsel çekimlere karşı bir kadına aşkla bağlı olmasının dışında bağışık kılacak, daha başka etkili hiçbir yol yoktur.”

Görüldüğü gibi bu sevgi türünün yani aşkın her şeyden önce gerçek bir seçim edimi olduğu ortadadır. Üstelik bu seçim rastgele, gözü kapalı bir seçim de değildir. Kim demiş “aşkın gözü kördür” diye? Ortega’ya göre saçma bir şeydir bu. Böyle bir seçim her şeyden önce güçlü bir algılama ve ince ayrımları görebilme yeteneğine dayalı, duyarlı bir seçimdir. Bu seçimin asıl önemi seçimi yapan kişinin, seçtiği kişi aracılığıyla, kendi kişiliğini de ele vermesidir. “Bu seçim insanın kişisel özünden, nüfüz edilmesi zor, ruhsal derinliklerinden doğar. Bu nedenle aşkı belirleyen özel öğeler aynı zamanda kişisel yapımızı da ele veren en öznel ve gizli kalmış yeğlerimizi de dışlaştırır. Şu halde biz kendi kişiliğimize uygun bir sevgili seçeriz. Tersi olanaklı değildir. Bu nedenle zeki erkeklerin aptal kadınları, zeki kadınların da kaba-saba erkekleri seçtiği tarzındaki söylentilere kimsenin inanmaması gerekiyor. Buradaki durum; ya o zeki dediklerimiz gerçekten zeki değil, ya da aptal, kaba-saba dediklerimiz gerçekten öyle değil. Yani her şey dengi dengine...

Seçim olayı ile ilgili bir başka önemli yan da şudur: Böyle bir seçimde çoğu zaman sanıldığı gibi imgesel birtakım niteliklerin pek yeri yoktur. Ya da çok büyük oranda yoktur. Bu alanda geçerli bir “billurlaştırma kuramı”nın varolduğunu belirtir. Ortega Y Gasset ve bu kuramın en önemli temsilcisi olarak Stendhal’ın görüşlerine yapıtında oldukça bir yer verir (II. Bölüm). Ama bu kuramı aslında kıyasıya eleştirir; Buna göre zihnimizde yarattığımız, imgelem ürünü birtakım üstün ve güzel özellikleri, karşımıza çıkan ve bizim dikkatimizi çeken birisine yüklüyoruz ve böylece ona aşık oluyoruz. Başka değişle bir bireyin somut varlığında biz imgelemimizde yarattığımız bir sevgiliye aşık oluyoruz, ama çok kısa bir süre içinde bu imgesel özelliklerin hiç birisinin onda bulunmadığını görerek düş kırıklığına uğruyoruz. Böylece aşk da sona eriyor ve yeni bir arayış başlıyor. Bu yaklaşımda aslında aşkın başlaması değil, sona ermesi önemlidir. Çünkü aşk arayışı tutkulu bir biçimde sürüp gitmektedir. Ancak burada aşkın sona ermesi bizim açımızdan da şu nedenle önemli oluyor. Gerçekte sevgilide bulunmayan nitelikleri kendimizin yarattığımızı adım adım farkettikçe, böyle bir aşkın gerçek değil de yalancı bir aşk olduğunu keşfederek, bu hayalperestçe yoldan vazgeçilebilir.

Oysa gerçek aşkta sevgilide bulup onu sevgili diye seçip benimsememize yol açan nitelikler olgusal olarak onda bulunan niteliklerdir. Aşk sevgisi ilk bakışta birbirleriyle doğrudan bir ilişkisi yokmuş gibi görünen birtakım çekici özelliklerin ayırdına varma ile başlar. Yine bunlara benzeyen bazı özel ayrıntıların farkındalığı ile beslenerek küçük küçük adımlarla ileriye doğru akar gider. Ortega Y Gasset “insanın beğendiği güzellik türü ile insanı kendisine aşık eden güzellik türü aynı değildir” diyor. Buna göre herkesin beğendiği, hayran olduğu güzellik türü estetik ya da plastik denen şeydir. Bu güzellik genelde sanat yapıtlarında dışlaşır. Ama bazı insanların bedensel güzelliğini de bu kategoriye yerleştiririz. O zaman bir insandaki estetik güzellik, yüzün ve bedenin genel çizgilerinde ve bedensel öğelerin oranlarında dışlaşır. Bu tür güzelliğe sahip olan insanlar beğenilir, bunlara hayranlık duyulur. Ama büyük çoğunluğun aşk ateşi bunlara yönelmez. Çünkü estetik beğenmede ve hayranlık duygusunda bir uzaklık, mesafe boyutu vardır. Oysa aşkın öncü gücü olma işlevini üstlenen yaklaşma, yakınlaşma arzusu, salt bu beğeni ve hayranlığın getirdiği uzaklık nedeniyle engellenmiş ve olanaksızlaşmış olur. İşte kendisine aşık olunan güzellik, belli bir varolma biçiminde görülen anlatımcı çekiciliktir. Yani belirli bir bireyin kendine özgü güzelliğidir. Bu durumda artık sevilen kişinin “uzaktan görülen baş döndürücü mimarisi” diye bir şey ortadan kalkar. Eğer aşık gerçekten aşık ise sevgilisindeki güzelliği birbirleriyle estetik orantısı olsun olmasın, bazı küçük özelliklerde; gözlerin renginde, dudakların bükülüşünde, bakışta, ses tonunda, konuşmadaki vurgulamalarda, el kol ve beden devinimlerinde bulmuştur. Yüzdeki ayrıntıların, el kol ve beden devinimlerinin sevgide oynadığı rolü vurgulamak gerçekten önemlidir. Çünkü bunlar, bir insanın gerçek kişiliğini açığa vuran anlatım yüklü araçlardır. Ortega şöyle diyor: “Sevmek bir yüzdeki çizgileri, bir yanağın rengini görüp heyecanlanmaktan daha ciddi ve önemli bir şeydir ve simgesel olarak, yüzün, sesin ve el kol hareketlerinin ayrıntılarıyla temsil edilen belli bir insan üzerinde verilen bir karardır”8
Bu tarz bir süreç içinde, seçilen sevilen bir insan seven kişi üzerinde baş döndürücü bir etki yaratır, seveni büyüler, yani onda coşkuya yol açar. Gerçek aşkta bu coşku, büyülenme öğesinin vurgulanması gerekiyor, Ortega’ya göre, coşku, sevilenle bütünleşme, tamlaşma eksiksizleşme isteğini dile getirir. Buna göre “seven kişi sanki canlı köklerinden diri diri sökülüp sevgilisinin ruhsallık bahçesine ekilir ve orada yeniden yaşamaya başlar. Ama bu kez tümüyle can damarlarının denetimi sevdiği kişiye geçmiş olarak.” Ancak burada kabaca bir alma ve yönetme söz konusu değildir. Sevenin gönüllü olarak, isteyerek, belki de istenç-dışı olarak, varlığının ta derinliklerindeki özünden gelen bir itilimle kendini vermesi söz konusudur. Hatta burada salt birtakım şeyleri değil, kendini verme söz konusudur. İşte bu iki özellik; coşku yani büyülenme ve bu nedenle kendini verme, gerçek aşkta bulunması gereken ve bu aşkın aynı zamanda romantik diye nitelenmesini sağlayan özelliklerdir. Gerçek aşkta romantiklik boyutu, aşktaki cinsellik boyutunu olması gereken sınırda tutan ve gerçek aşkı tüm öteki aşk yanılsamalarından da ayıran çok önemli ve hatta vazgeçilmez bir ayrım noktasıdır.

3. Aşk Yanılsamaları
O halde bilinçli ya da bilinçsiz aşk sanılıp ta gerçekte aşk adına layık olmayan görüngüler nelerdir? Biraz da bunlara bakalım: İmgelem ürünü olarak yaratılan bir aşk yanılsamasından zaten söz etmiştik. Bunun yanı sıra aşkın tümüyle cinsellik boyutuna oturtulması olanaklıdır. Buna şehvet aşkı denebilir. Bir erkek düşünün ki sevgili diye seçtiği kadının gerçekte salt bedeninden hoşlanmaktadır. Ne denli sık “seni seviyorum” dese de yararı yok. Çünkü burada verme yok olmuş salt bir alma süreci başlamıştır. Burada aşk ilişkisini yöneten cinsel arzudur. Yani edilgin bir arzudur. “Arzu da, özü bakımından biz arzulanan nesneye gitmeyiz o bize gelir. Bir başka deyişle bizim tarafımızdan soğurulur. Oysa gerçek büyülenmede nesne özne’ye gelmez, özne ona gider, ben onun olur. Böylece de nesne soğurulmaz, ben soğurulur.” Ama sevgi adına olması gereken de zaten buydu...

Bir başka aşk yanılsaması ise tutkulu aşktır. Ortega’ya göre, aşk yazınında pek çok yazar, aşkta tutku öğesini çok abartılı olarak öne çıkarmışlar ve bir aşkın gücünü ya da büyüklüğünü, sevilen kişiye duyulan duygunun şiddet derecesine ve yoğunluğuna bağlamaya çalışmışlardır. Ancak bu arada şu nokta hep göz ardı edilir. Tutku aslında bireyin tüm zihinsel dünyasına egemen olan bir duygulanım tarzıdır. Ruhbilimsel temelleri bakımından ele alınırsa tutkuda tam bir dikkat saplantısı dikkat odaklanması vardır. Dikkatin bir nesneye saplanıp kalması normal değildir bir mani durumudur. Böyle kişilere de manyak denir. Bu durum normal bir zihnin çok çeşitli ilgi nesnelerine yönelerek sağladığı, renklilik, çeşitlilik, zenginlik boyutunu yok eder. Zihinsel bir daralmaya, fakirleşmeye yol açar.

Üstelik bir kısır döngüye giren tutkulu kişi, tutkunun nesnesine daha da odaklanır; hep, onu görür, onu yaşar, onu düşünür, onun öteki varlıklara olan ilgisini kıskanır. Sadece kendisiyle ilgilenmesini ister. Bu da olmayınca öfkelenir. Kısacası tutku; hiddet, şiddet, öfke ve nefret gibi yıkıcı duygularla içiçedir. Böyle olunca da tutkulu aşık, eninde sonunda ya kendisine ya sevgilisine ya da her ikisine birden zarar verecektir. O halde rahatça görülebildiği gibi, bu aşk görüngüsünde de gerçek bir büyülenme, kendini verme yoktur. Çünkü tam tersine tutku içindeki insan, kendini teslim etmek yerine teslim alma sürecine girmektedir. Şu halde tutku bir aşkın niceliği ve niteliği ile ilgili olarak en küçük bir fikir veremeyeceği gibi, ruhun hastalıklı bir durumuna işaret eder. Ortega bu konuda şöyle diyor. “Tutkuyu süsleyen romantik tuzakların tümünü söküp atalım, bir erkeğin sevgisinin ne kadar aptallaştığı, ya da aptallaşmak istediğiyle ölçüldüğüne inanmaktan vazgeçelim.”9

Görüyoruz ki erotik sevgiyi yani aşık olma olgusunu tutkuya dönüştürmemek, o boyuta geçmemek, yaşayan ve yaşatan, veren ve geliştiren sevgi adına çok önemli bir koşul olmaktadır.
Yanılsamalı aşklar arasında en az zararlı ve belki de kimi durumlarda gerekli olan “şefkat aşkı”na da kısaca değinebiliriz. Bu daha çok evli çiftler arasında karşımıza çıkan bir görüngüdür. Burada iki insan birbirlerine karşı sevecenlik, sorumluluk, sadakat, bağlılık duyguları içindedirler, ama coşku ve kendini verme bu boyutta da yoktur ya da yok olmuştur. Her biri kendi dünyasında yaşar ve ötekinde kendinden geçmez. Ancak aralarında tam bir, anlayış, dayanışma, esirgeme ortamı oluşmuştur. Bu da giderek yaşlanmakta olan insanlar için, romantik aşk bitince tümüyle yolları ayırmak yerine daha güvenli ve yararlı bir çözüm yolu olsa gerektir.
Aşk eğer, gurur, onur, inatçılık, çıkar gibi birtakım olumsuz değerlere dayalı olarak var gibi gösteriliyorsa, bunlara da Ortega “boş aşk” demektedir. Ayrıca aşk ilişkilerinin bayağılaşması, düzeysizleşmesi de gerçek –romantik aşkla, bağdaşmaz- Bir çeşit bayağı aşk görünümleri de sergilememek gerekiyor.

Ortega’ya göre, gerçekte sevgiyi ne sözler ne de eylemler yansıtır. Çünkü insanların toplum içindeki davranışları, belirlidir yani klişeleşmiştir. Az çok benzer durumlarda benzer biçimde davranır ve konuşurlar. Bu nedenle farklı farklı aşk görüngüleri içinde olan insanların genel eylem örüntüleri de birbirine benzeyebilir. Ama bunlar arasında farklılıkları sağlayan ve ancak ayrıntılarda yakalanabilen birtakım kaçınılmaz dışavurumlar vardır. Bu nedenle bu tür davranışlara kabaca ya da yüzeysel bir göz atma yerine çok daha yakından ve duyarlı bir bakış gerekmektedir. Bunlar arasındaki ayrımları görebilmenin yolu yine, başlangıçta aşkın doğmasında da rol oynayan, küçük küçük jestler, mimikler, tonlamalar ve yakalanması güç ince davranış biçimleridir.

SONUÇ
Tüm bu açıklamaların ışığında gerçek aşkın, kolayca ele geçirilebilecek, ya da öyle sık sık rastlanabilir bir olgu olmadığını görür gibi oluyoruz. Hatta Ortega bu konuda daha da ileriye gider. Ona göre, aşık olma, bir insanın sahip olabileceği tüm yetenekler arasında yer alan özel bir yetenektir. Tıpkı şiir yazma yeteneği, ya da şarkı söyleme yeteneği gibi. Bunun sonucu olan aşk da gerçek bir yaratma, sanki bir sanat yapıtıdır. Şu halde aşk sadece belirli ruh yapısındaki kişilerin umabilecekleri çok yüce ve süreğen bir duygudur: Bu ruhsal yapıyı bir kez daha özetlemek istersek, şunları söyleyebiliriz:

Aşık olabilmek için, gözlerimizin genelde açık olması nedeniyle nesnelere karşı gösterilen doğal bir ilginin, dikkatin ötesinde insanda, daha köklü, daha geniş, daha kapsayıcı, kendine özgü bir başlangıç merakının bulunması gerekiyor. Yani insana duyulan özel bir merak. Sözgelimi bilimsel, teknik, turistik meraklar gibi, canlı bir meraka sahip olmamız gerekiyor. Eğer böyle bir merak yoksa önümüzden en değerli kişiler de gelip geçse bizde hiçbir izlenim bırakmayacaklardır. Bununla da bitmiyor; insanlara merak dolu bakışımızda ince ayrımları yapabilme gücü de bulunmak zorundadır. Bu güç ya da yetenek sayesinde, başkaları üzerine bedenlerinde dışa vurulan anlamla birlikte, ruhlarının yapısı üzerine de doğrudan, aracısız bir bilgi sahibi olabilmenin yolu açılmış olur.

Bunun sonucunda kendi kişiliğimize uygun birisini keşfederek, belki de aşık olma şansını yakalayabiliriz. Ne var ki bu da yetmiyor. Aşkın sürekliliği ve akışı için sevilen kişide yeni yeni ince ayrımları, onu ayrıcalıklı yapan özel nitelikleri bulup çıkarmaya devam etmek gerekiyor. Tüm bu söylenenler gösteriyor ki aşkı yaşatmak, her şeyi yaşatmakta olduğu gibi gerçek bir çaba ve uğraş gerektirir. Aslında aşk aşkı doğurur inancı yaygındır ama yine de, bu uğraşın içine sevdiğimiz kişinin de bizi sevmesi için fazladan bir çaba göstermek eklenirse, bu şekilde aşkın karşılıklı kılınması yaşama çok daha derin bir anlam boyutu katacaktır, hiç kuşkusuz...





[*] 13-15 Ekim 2000 tarihleri arasında gerçekleştirilen VI. Mersin Felsefe Günleri Kapsamında ve Aşk kuramları oturumunda Sunulan Bildiri Metnin Yeniden Gözden Geçirilmiş Şekli
** Sevgi Üstüne. Jose Ortega Y Gasset. Çev. Yurdanur Salman. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1997
1 Sevgi Üstüne. S.118
2 Etika I. Spinoza. Çev. H. Z. Ülken. Milli Eğitim Basımevi. İstanbul,1945.S.191
3 Sevgi Üstüne.S.8
4 AGY.S.14
5 AGY. S.27
6 AGY. S.28
7 AGY. S. 28
8 AGY. S.67
9 AGY. S.125
Not: Bu makale ÖZNE dergisinin 2004 yılında çıkan 4. sayısında yayınlanmıştır.