Çarşamba, Mart 07, 2007


BÜTÜNSEL (YA DAKÜRESEL) GERÇEKLIK *

Jean BAUDRILLARD

“Bütünsel Gerçeklik” dediğimde bununla bütün dünyanın, sınırlandırılması olanaksız islemsel bir projeye suç ortağı yapılmasını yani her şeyin gerçek, görünür, saydam ve “özgürleştirilmiş” olduğu, bir sonuca ulaştırıldığı ve anlamlı olması gerektiği (oysa anlamdan söz edebilmek için her şeyin anlamlı olmaması gerekmektedir) bir dünyayı kast ediyorum.
Bu dünyada çözümlenip, açıklaması yapılmamış hiçbir şey kalmamalıdır. Tanrı düşüncesinin buharlaşması bizi gerçeklik ve bu gerçek dünyayı dönüştürme ideali denilen bir bakış açısıyla karşı karsıya getirmiştir. Bu düşünceyse bizi dünyayı bir gerçeğe yani teknik ve bütünsel bir gerçekliğe dönüştürmemize yol açmıştır.

Oysa tüm düşleri elinden alınmış bir dünyaya gerçekliğin egemen olduğu söylenebilir mi? Gerçeklikten ibaret bir dünya oluşturmaya çalıştığımız ölçüde elimiz ayağımıza dolaşmakta ve bu gerçeklikten giderekuzaklaşmaktayız. Gerçekleştiği an ortadan kaybolmaya yüz tutan bir gerçeklik evreni içinde yaşıyoruz.

Son yüzyıllar içinde yaratılmış ve bizim bir ilkeye dönüştürdüğümüz gerçeklik ortadan kaybolmaktadır. Bu gerçekliği ne pahasına olursa olsun bir referans olarak yaşatmaya çalışmak mantıksız bir şeydir. çünkü bu gerçekliği ayakta tutan ilke ölmüştür. “Nesnel” gerçeğin ortadan kaybolmaya başlamasıyla birlikte bu gerçeklik ilkesi devre dışı kalırken Bütünsel, Sanal bir Gerçekliğin giderek güçlendiği görülmektedir.

Bundan böyle gerçeğin gerçekliğini yitirmiş olduğu o kör, onarılması imkansız noktaya geri dönebilmek olanaksızdır.

Var olan şey gerçektir - iste bu kadar (oysa var olmakla iş bitmemektedir- bu olsa olsa bir başlangıç noktası olabilir).

Birbirimizi yanlış anlamayalım. Gerçeklik ortadan kayboldu dediğimde bununla gerçekliğin fiziki (nesnel) değil metafizik (düşünsel) anlamda ortadan kaybolmasını kast ediyorum. Gerçeklik var olmayı sürdürüyor ama ilkesi ölmüş durumda.

Oysa ilkesinden yoksun bir gerçekliğin varlığını eskisi gibi sürdürebileceği söylenemez. Gerçekliğe bir anlam kazandıran yeniden canlandırma ilkesi çok çeşitli nedenler sonucunda gücünü yitirmeye başladığında bundan gerçeğin tamamı zarar görmektedir. Daha doğrusu bu gerçeklik kendi koymuş olduğu ilkeyi çiğneyip geçmekte ve hiçbir kurala boyun eğmeyerek, sinir tanımaz bir şekilde yayılmaktadır.

Görece anlamlı ve yeniden canlandırılabilen nesnel gerçeklikse yerini bu sinir tanımayan, her şeyin gerçekleştirilebildiği, teknik anlamda somutlaştırılabildiği, herhangi bir ilke ya da nihai bir hedeften yoksun ”Bütünsel Gerçekliğe” bırakmaktadır.
“Bütünsel Gerçekliğin” ortaya çıkabilmesi için gerçek ve gerçeğe değin düşselliğin tamamıyla ortadan kaybolması gerekmektedir.

Gerçeğin gölgesi, onun suç ortağı gibi algılanan düşsel ise bu aşamada ortadan kaybolmaktadır çünkü “Bütünsel Gerçeklik” denilen şey düş gücünden yoksundur.

Tıpkı özgürleşmenin özgürlük oyunu denilen şeyle bir ilişkisinin kalmamış olması- bir öznenin kendi kendisiyle cebelleşmesi ve buna bağlı olarak, diğerleri arasında, özgür kalma özgürlüğüne sahip olmasıdır (kigüncel koşulsuz özgürleşme düzeneğinin bunu sağladığı söylenemez); tıpkı bir şeyin var olup olmadığını anlamaya çalışmanın hakikat adli oyuna son vermesi gibi (zira hakikatin olduğu yerde bir iddialaşma olması gerekirken, var olup olmadığının tartışılması onu emrivaki bir şeye dönüştürmektedir). Böylelikle bir ilke ve kavram olarak gerçeklik aşamasından gerçeğin teknik açıdan gerçekleştirilme ve sürdürülme aşamasına geçilmiştir.

Oysa mevcut gerçekliği somut olarak ortaya koyacak kanıtlar yoktur- Tanrının varlığını kanıtlayabilmenin mümkün olmaması gibi. Gerçeklik bir inanç nesnesidir, tıpkı Tanrı gibi.

Kendisine inanılmaya başlandığı anda, gerçeklik de ortadan kaybolmaya başlamaktadır. Örneğin Tanrının varlığından kuşkulanılmaya ya da kendiliğindenmiş gibi algılanan bir gerçekliğe olan temiz inanç yitirilmeyebaşlandığında inanmak bir tür zorunluluğa dönüşmektedir.

İşte bu anlamda bir tür düşsele dönüştürdüğümüz gerçeklik sanki giderek buharlaşıp, ortadan kaybolmaktadır zira bizde bu gerçeğe inanacak hal, mecal kalmamıştır.

Hatta bu gerçeğe inanacak arzu ve istek bile yoktur.
Gerçeklik ve hakikat tutkularımız uçup gitmiştir.

Geriye bu gerçeklikle bu hakikate inanma görevi kalmıştır. Bundan böyle inanmak zorundayız. Yeniden canlandırma sisteminde giderek büyüyen çatlaklarla doğru orantılı bir şekilde artan kuşkuyla birlikte, gerçeklik de herkesin uymak zorunda olduğu bir tür buyruğa, ahlaki sürekliliğe dönüşmektedir. Oysa ne şeyler ne de canlılar herhangi bir gerçeklik ilkesi ya da ahlaki dayatmaya boyun eğmemektedirler.

Aşırı miktarda gerçeklik kendisine inanılmasını engellemektedir.
Dünya hakkında bilinebilecek her şeyin ve yasamla ilgili tüm konuların teknik açıdan tüketilmesi, sahip olunan sinirsiz olanaklar, gereksinim ve arzuların anında gerçekleştirilebilmesi böyle bir sonuca yol açar gibidir. Oysa gerçekliğin neredeyse otomatik denilebilecek bir şekilde üretildiği bir dünyada gerçekliğe inanabilmek mümkün müdür?

Biriktirilen/depolanan bir gerçeklik sonunda kendi kendini zehirlemiştir. Bundan böyle düşün bir arzunun dışavurumu olduğunu söyleyemeyeceğiz. Çünkü sanal düzeyde daha düşü görmeden görüntüsünü görebiliyoruz.

Kendini düşten mahrum bırakmak demek arzudan mahrum bırakmak demektir. Oysa düşten mahrum bırakılmanın yol açtığı zihinsel karmaşayı hepimiz biliyoruz.

Aslında burada karşımıza çıkan sorun lanetlenmiş paydakinin aynisidir yani gereğinden çoğuna sahip olmadır - burada gerçekliğin eksikliğinden değil fazlalığından söz ediyoruz. Üstelik bu fazlalıktan kurtulmayı da artık beceremiyoruz.

Fazlalığın kurban/armağan törenleriyle yok edilmesini sağlayan simgesel bir çözüm de yok.

Mevcut tek çözüm kaza ya da aniden patlak veren anomik bir şiddet olayıdır, ki bunlar toplumsal ya da politik sonuçları ne olursa olsun, normalleşmiş olarak nitelendirilen dünya adli bu tahammülü güç çelişkiye karsı, her zaman için bir meydan okuma biçimidirler.

Sonuçlandırmak, somutlaştırmak, gerçekleştirmek, üretmek: İlerleme ve içsel zorunluluk olarak adlandırılabilecek bir devinim doğrultusunda bu olasılık aşamasından gerçekleşme aşamasına geçiş insanin aklına gelebilecek her türlü şey konusunda en doğru istikamet olarak görünmektedir.

Tüm gereksinimler, tüm arzular ve sanallaştırma biçimlerine bu türden bir nesnellik kazandırılarak, buna uygun bir hakikat sorgulamasına doğru gidilmektedir. Görünümler ve illüzyonun hakikat tarafından saf dışı edilmelerinin nedeni de farklı değildir.
Belki de bu gerçeklik bir düşten başka bir şey değildir. Bu durumda gerçeğin düşgücümüzün ürünü olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu durumda gerçekleştirilen her şey de evrensel arzunun yasama geçirilmiş bir sonucu gibi görülebilir.

Oysa evrensel boyutlarda gerçekleştirilmiş bu düzenin, içinde yasamakta olduğumuz alt üst olmuş sürece bakarak, olumsuz bir yazgıya benzediğini söyleyebiliriz - bu dünyayı felakete sürükleyen bir sınava benzemektedir. Hangi biçimde olursa olsun abartılmış bir gerçeklikle, tüm olasılıkların ayni anda ortalığı kaplamaları tahammülü olanaksız bir şeydir. Çünkü böyle bir ortamda gerçekleştirilemeyen arzu ya da kısmet, nasip türünden bir şeyden söz edebilmek mümkün olamamaktadır.

Sonuçları bir felaketi andıran, bu insani ters istikamete sürükleyen gidişatın bizzat kendisi belki de sapkınca bir sonuçtur. Bu gidişat bir felaket kuramının ürünü müdür yoksa sonuçlarının ne olacağını önceden söyleyebilmenin olanaksız olduğu evrensel boyutlarda eyleme geçmiş world-processing adli kuruyup katılaşmış bir mantığın ürünü müdür? Bu süreç çok abartılı ve kusursuz biçimi nedeniyle yok olmaya mahkum, değişmez bir gerçekliğin ortalığı sarıp sarmalaması ya da çökmesi seklinde yorumlanabilir.

Tanrının ortadan kaybolup gitmesi bizi gerçeklikle karsı karşıya bırakmıştır.
Peki ya gerçeklik de ortadan kaybolursa o zaman ne yapacağız? Bu olumsuz bir yazgı mıdır yoksa kısaca bir yazgıdan yoksun olmak yani bütünsel bir gerçeklik hesabına dayanan tahammülü olanaksız bir sıradanlığın egemenliği anlamına mı gelmektedir?

Yazgı henüz son sözünü söylemedi.Yazgıyla bu bütünsel oluşum sürecinin, bütünsel gücün tam merkezinde yani bu sürece özgü içsel mantık doğrultusunda ortaya çıkan sonuçların yol açtığı içsel
sarsıntılarda karşılaşılabilmektedir. Yapının bu uğursuz süreç tarafından ters yüz edilmesi olumlu bir gidişatın ölümcül bir sonuca dönüşmesine yol açmıştır ki, Kötülük ilkesi de bundan başka bir şey değildir ve Kötülük konusundaki suç ortaklığıyla da zaten burada karşılaşılmaktadır.

Burada iki karşıt devinimle karşı karşıya kalmış olduğumuz söylenebilir:Biri Bütünsel Gerçeklik yani bütün dünyayı tek bir şemsiye altına toplama olarak adlandırılabilecek tersine çevrilmesi olanaksız girişim.

Diğeri İkili Biçim yani gerçeğin tersine çevrilemediği girişime özgü içsel bir tersine çevrilebilirlik.
Bütünsel bir evrene doğru gelişme/gidişatın (ya da için için gerileme) önünde durabilmek olanaksız görünüyor. Buna karşın ikili biçimi yok etmek de olanaksız görünüyor.

Bu çelişkili ikili devinimden oluşan çözüm üzerinde her nedense spekülasyon yapılamıyor. İkili biçim ve herkesin içinde yer aldığı tek bir bütün oluşturma gibi içinden çıkılması mümkün görünmeyen bir karşılaştırma yapma durumuyla karşı karşıya kalınmaktadır.

Bu görünüşten ibaret bir karşılaştırmadır çünkü her an için gizli bir çözülme, onu içten içe kemiren bir çekişme süreci içine girebilir. Bütünsel dünya adlı sisteme içkin şu küresel şiddet, ona içten içe, simgesel meydan okuma adli en saf meydan okuma biçimiyle karşı durmaktadır. Bu ikisi arasında bir uzlaşma olasılığı yok gibidir. Olaya olabilecek en nesnel düzeyde baktığımızda bu iki güçten hangisinin kazanabileceği konusunda bahse tutuşmaktan kaçınıyoruz. Bunu tarafsız kalmak istediğimiz için yapmıyoruz çünkü dolaylı denilebilecek bir şekilde hangi tarafı tuttuğumuz belli. Bunun nedeni bu çözümü olanaksız karşıtlık, bu sonsuza dek süreceğe benzeyen görüş ayrılığının yazgısal bir şeye benzediğini anlamış olmamızdır.

Bütünselleşme içtepisi ve ikili biçim içtepisi. Kıyametler kopmasına yol açan en önemli şey budur. Bütünsel Gerçekliğin gerçekleştirilme düşüncesine bile tahammül edebilmek mümkün değildir. Buna karşın her türlü nihai uzlaşma düşüncesini yadsıyan ikili biçimin bu keskin tutumunu sürdürebileceğine inanabilmek de pek gerçekçi bir düşünce değildir.

Kötülük konusunda suç ortaklığı diye bir şey varsa bunun her türlü nesnel çözümü yadsıyıp, sonsuza dek sürüp gidecek bilinçli bir tersine çevirme anlayışı üzerine oturduğu söylenebilir.

Her ne şekilde olursa olsun gerçekliğin, belirginliğinin ve ilkesinin sorgulanmasını kimse istememekte ve bunu yapan kişi bir negasyonist olmakla suçlanmaktadır.

İddia makamı: Sefalet, acı ve ölüm adli gerçeklik konusunda ne diyorsunuz?
Oysa burada söz konusu olan şey maddi şiddet ya da ortalığı yıkıp, geçiren mutsuzluk değildir- söz konusu olan şey açık seçik bir şekilde ortaya konulmuş olduğu düşünülen İyi ve Kötüye ait alanlara dokunulmasını da kapsayan, geçilmesi yasak olan bir sinir çizgisinin, gerçeklik adli bir tabunun çiğnenmiş olmasıdır ki, bunu yapan kişi hain ve sahtekar muamelesine maruz kalmaktadır.

Gerçekliğe, gerçeklik ilkesine olumlu ya da olumsuz bir yaklaşımın, bu ilkeyi çiğnemek kutsal bir düşünceyi çiğnemek gibi algılandığı ölçüde, politik hatta neredeyse dini bir seçim olarak nitelendirilebilir. Simülasyon var sayımı bile büyük ölçüde seytani bir düşünce gibi algılanmıştır (Kötülük düşüncesine özgü arkeoloji alanında sapkınlıkların sonuncusu olarak yerini almış görünmektedir).

Gerçeklik yanlısı yobazlar mesajla mesajı üreten kişiyi birbirine karıstırmak gibi büyüleyici bir düşünce biçimi geliştirmiş görünüyorlar. Söyle ki: Eğer simülasyondan söz ediyorsanız bu sizin bir simülatör olduğunuzu gösterir. Eğer sanal bir savaştan söz ediyorsanız, mevcut yüz binlerce ölü görmezden gelinerek, bu savaşın suç ortağı yapılırsınız.

Ahlaki olmayan tüm çözümlemeler hayalci ve sorumsuz olmakla suçlanmaktadırlar.

Eğer gerçeklik bir inanç sorunuysa ve bu inancın kanıtları olarak sunulan tüm göstergeler inandırıcılıklarını yitirmişlerse; gerçek bütün itibarini kaybetmiş ve gerçeklik ilkesi de ayakta duramayacak bir hale gelmişse; şeylerin itibar ve inandırıcılıklarını yitirmesinin nedeni biz yani simülakr mesajcıları değil, günümüzde yasamak duygusu da dahil olmak üzere her şeyi etkileyen bu belirsizliği körükleyen sistemin ta kendisidir.

Küreselleşmenin ön plana geçmesiyle birlikte bir yandan bütünsel bir güç, iktidar düzeyinde bir Bütünsel Gerçeklik oluşturulmaya çalışılırken diğer yandan bu gücün dağılıp parçalanmasına, bütünsel düzeydeki isleyişini engellemeye yönelik bir süreç oluşturulmaktadır.

Bunun dramatik bir tersine çevirme biçimi olduğu söylenebilir.
Dünyanın küreselleşmeye karşı göstermiş olduğu olumsuz bir tepki, bir tür tersine çevirme, intikam ve ortalığı yıkıp, harap eden bir ironi olarak da görebiliriz.

Bu Bütünsel Gerçeklik süreci tarafından yadsınan, dışlanan tüm güçler ayaklanarak bir anlamda Kötülüğe hizmet eden güçlere dönüşmektedirler. Gücün kendisi bütünsel görünmekten kaçınmakta, kendi kendinden kurtulmaya, kendi kendisiyle ilgilenmekten kaçınmakta ve dolayısıyla gizliden gizliye kendi kendine karşı çalışmaktadır.

Bu Kötülüğü açıklamak, bir yandan giderek büyüyen İyi güçlerin hegemonyasını betimlemek, diğer yandan (Evrenselleşmiş toplumlarla Evrenselleşememiş toplumları birbirlerinden ayıran) Evrensel adli ayrım çizgisinin çiğnenmesiyle birlikte, bu İyi güçleri paralel dünyalar oluşturmaya iten içsel bozukluklar, intihar eğilimli çekişmeler, alt üst olmalar ve anormal büyümeleri betimlemek demektir.
çeviri: Oğuz ADANIR
Izmir, Haziran 2004
LE PACTE DE LUCIDITE OU ..., Jean BAUDRILLARD, S. 11-17, Editions Galilée,2004, Paris.
Not: ÖZNE'nin 4. sayısından, 2004, s.11-13.