Çarşamba, Aralık 27, 2006

Estetik tarihimize bir bakış

ÖZNE'nin 1. sayısından bir yazı (Ocak-Şubat 2004)

ESTETİK TARİHİMİZDEKİ GELİŞMELERE BİR BAKIŞ

Arslan Kaynardağ


Osmanlılarda çağdaşlaşma konusundaki ilk önemli hareketleri 19. Yüzyılın başlarında görmekteyiz. Toplum yapısındaki değişmeler, büyük Avrupa devletleri ile ilişkilerin yeni bir duruma girmesi, geri kalmışlığın zararları ile ilgili düşünceler 1839 Tanzimat reformlarını gerekli kılmıştı.
Bu reformlarla birlikte basın ve yayın hayatındaki çeşitlilik arttı. Batı’dan yapılan çeviriler, eskisine benzemeyen bir kültür ortamı oluşturdu. Edebiyata yeni türlerin, yeni biçim, konu ve kavramların girmesine yol açtı. Bu arada okuyucu, Yunan Mitolojisini de tanımaya başlamıştı.1
Bizde çağdaş felsefe ilgisinin ilk yılları yine bu dönemdedir. O yıllardaki sanat etkinliklerine bakınca, karşımıza ilkin edebiyat çıkıyor. Daha önceki edebiyatta roman, tiyatro, makale, eleştiri...gibi türler yoktu. Divan şiiri uzun yılların birikimi ile gelen, sınırlı bir takım biçim ve düşünce kalıplarına uymak, günü geçmiş eski motifleri kullanmak durumundaydı. Düzyazı Arapça, Farsça sözcük ve tamlamalarla dolu, uzun ve anlaşılması güç tümcelerden oluşuyordu.
Resim yapmak, resim asmak iyi karşılanmazdı. İnsan figürü ancak, perspektiften, gölgeden ve yüz ifadesinden yoksun, psikolojiden habersiz minyatür sanatına konu olabiliyordu. Heykele gelince, ülkede bunun sanatçısı bulunmadığı gibi hakkında bilgi sahibi olanlar da pek azdı. Müzik ise, tek sesliliğin kendisine özgü çeşitlemelerinden başka bir şey değildi.
Sanat, gerçek insanı henüz keşfetmemişti. Hümanizma düşüncesinin gerilerinde kalan toplum, trajedi, dram, hatta komedi kavramlarına yabancı idi. Çünkü, o zamanın düşüncesine göre insanın hareketleri tanrı iradesi ile sınırlandırılmıştı. Bütün bunlar göz önünde tutultunca, böyle bir ortamda sanat felsefesi ve estetiğin yer alması beklenemez.
Tanzimattaki reformlar, eğitimde çağdaşlaşmayı gerekli kılmıştı. Medreselerin yanında laik okullar açılmaya başladı. İlk üniversite 1863’te, güzel sanatların eğitim ve öğretimini yapan Sanayi-i Nefise Mektebi2 1864’te açıldı.
Edebiyatımızda canlanma, hareketlenme ve değişme görülüyordu. İlk tiyatro yapıtı Şair Evlenmesi 1863’te, bizdeki ilk diyebileceğimiz İntibah (ki Namık Kemal yazmıştır) 1875’te3, edebiyatımızın estetik açıdan değerlendirme kaygısı taşıyan ilk kitap (Talim-i Edebiyat) ise 1872’de yayınlandı. İlk romanımızın, ilk anayasamızı kabul eden Meşrutiyet meclisinin açıldığı 1878’den az önce yayınlanması, ayrıca dikkat çekicidir.
İlk özel gazete Tercüman-ı Ahval 1860’da yayınlandı. Tanzimat’ın ünlü yazarı Şinasi, yazılarında noktalama işaretlerini kullandı. Daha önce böyle bir şeyi düşünen, yapan yoktu. Yenilik hereketlerindeki başka öncülüklerle, edebiyatımızın ilk reformcuları gazeteciler oldu.
Düzyazıda tümceler kısalmaya başlamıştı, kullanılan kavramlardaki dural nitelik yok olmuş gibiydi. Metin içine soru tümceleri girmiş, yazılar konuşma diline yaklaşmıştı.
Resim de değişiyordu. Çağdaş resme geçiş, ressamın doğaya ve insana yeni bakışla bakması yine
bu yıllardadır. Ayrıca romana, şiire de resim konusu
girmişti. Dönemin ünlü şairi Tevfik Fikret, aynı zamanda ressamdı.
Bu ortamda sanat tarihleri de yayınlanmaya başladı. Bizde bu konudaki ilk kitap Fünun-u Nefise Tarihine Methal (Güzel Sanatlar Tarihine Giriş) 1891’de yayınlanmıştır.4 “Estetik” sözcüğü ilk kez bu kitabın sayfalarında yer aldı. Daha önce bu konudaki bilgi ve düşünceler Arapça “hüsn-ü an” ya da yine Arapça “bedia” sözcükleriyle dile getiriliyordu. Yukarıdaki kitabın yazarı, “estetik” sözcüğünü kullanmıştı ama, sözcüğün yaygınlık ve süreklilik kazanması epeyce gecikti. Onun yerine daha çok “bediiyat” sözcüğü kullanıldı.
İkinci Meşrutiyet’in ünlü felsefecisi Rıza Tevfik, 1909’da estetik konusunda bir dizi makale yazdı (15 makale). Bu konunun bilim ve felsefe olarak özelliğine değindikten sonra, Platon’daki, Ortaçağ’daki ve Hegel’deki sanat felsefelerinden söz etti. Bu yazı dizisinin yayınlanması o günler açısından önemli idi.5
Böylece estetik ile ilgili ilk yazılar, ilk çeviriler basında görülmeye başlamış oluyordu. Özellikle o yılların önemli dergisi Servet-i Fünun’da gördüğümüz, estetik konusundaki yazı ve çevirilerin çoğunu, tanınmış yazar Hüseyin Cahit (Yalçın) yazmış ya da çevirmiştir. Daha çok Fransız felsefeci Hippolite Taine’in yazıları çevrilmektedir. Bu Fransız felsefecinin sanat konusunu ve sorunlarını toplumsal bakışla ele alıp açıklamaya çalıştığını Auguste Comte’cu pozitivist bir düşünür olduğunu da burada söylemek isterim.
Darülfünun’da (üniversitede) sanat felsefesi için bir kürsü ayrılması amacıyla girişimler başlamıştı. Bu konudaki dersleri tanınmış edebiyatçımız Halit Ziya (Uşaklıgil) verdi. Onun 1908’de ve 1909’un başlarında kısa bir süre verdiği bu dersler Hikmet-i Bedavi (güzellik felsefesi) adını taşımaktaydı.6
Halit Ziya ayrılınca aynı kürsüye dergilerdeki çeşitli yazıları ile tanınan Hamdullah Suphi (Tanrıöver) getirildi. Hamdullah Suphi, dersin konusunu ve adını değiştirerek Sanayi-i Nefise Tarihi (güzel sanatlar tarihi) yaptı. Amacı, daha çok Türk ve İslam sanatları konusunda bilgi vermekti. Haftada iki saatlik dersin bir saatinde üniversitede ders veriyor, öteki bir saatini İstanbul’daki eski Türk eserleri gösterip anlatmak için öğrencileri ile yaptığı programlı gezilere ayırıyordu. Bu tür bir ders bizde büyük bir yenilikti ve ilgi çekti.7
Darülfünunda böyle gelişmeler olurken Cumhuriyet dönemine geliyoruz.
Felsefenin liselerimizde ders olarak okutulması İkinci Meşrutiyet dönemindedir. (1911’de) “Estetik”, lise programına “bediiyat” adıyla girmiştir. Liseler için hazırlanmış ilk estetik kitabını ise, Cumhuriyet Dönemi’nde felsefe öğretmenliği yapan Ziyaettin Fahri (Fındıkoğlu) yazmış ve eğitim bakanlığı 1927’de yayınlamıştır.
Yine bakanlığın 1928’de Hippolite Taine’in Sanat Felsefesi ile Fransız Jean Marie Guyo’nun Sanat Söyleşileri’nin çevirilerini yayınladığını görmekteyiz. Fransa’da yeni yayınlanan bu iki kitaptan birinciyi Ali Ekrem (Bolayır), ikinciyi Hasan Ali (Yücel) çevirmiştir. Aynı yıllarda (1928-1929) İstanbul Üniversitesi’nin ders programlarına sanat tarihi dersi konuldu. Bu dersi, Fransa’dan gelen tanınmış sanat tarihçisi Albert Gabriel veriyordu.
1932’de liseler için iki estetik kitabı daha yayınlandı.8 Bunlar acemice, naif, hatta kimi yanlışları içeriyor olsalar bile konularının ilkleri olmaları bakımından ilgimizi çekmekten geri kalmıyorlar.
1930’lu yıllarda sanat konusunda en çok yazı yayınlayan yazar, İsmail Hakkı Baltacıoğlu olmuştur. Baltacıoğlu aynı zamanda, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde sanat felsefesi dersi vermekte ve eğitim bakanlığına sanat konularında danışmanlık yapmaktaydı. Yazılarında şu düşünceler özellikle dikkatimizi çekiyor:
“Cumhuriyet’i kuran, demokrasiyi ilan eden bir ulusun estetik konusunda da siyaseti olmalıdır. Türkiye, zaferi ve bağımsızlığını kazanmıştır. Ne var ki, “estetikTürkiye” ortada yoktur. Üniversitesi olan, ama güzel sanatları ihmal eden bir ülke yaşayamaz. Batı’nın sanatları alınmalı, öğrenilmeli, yeni akımlar izlenmeli, bunlar yapılırken geleneksel Türk sanatları daçağdaş bir bakışla değerlendirilip tanıtılmalıdır.”
1930’lu yıllardan söz ederken, Atatürk’ün Onuncu Yıl Söylevi’nde yer alan güzel sanatlara ilişkin düşünceleri burada özellikle anmak gerekiyor. O sözler, bütün yönleri ile önemli. Ben burada yalnız müzikle ilgili olanları aktaracağım. Şöyle diyordu Atatürk: “Güzel sanatların hepsinde ulus gençliği ilerletilmeye çalışılmaktadır. Ancak, en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan musikidir. Zira bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikideki değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir.”
Bu sözlerden bir yıl sonra Ankara’da Musiki Muallim Mektebi (Musiki Öğretmen Okulu) açıldı. Çok değil, iki yıl daha geçti. Devlet Konservatuarı açıldı.9Müzik ve tiyatro eğitim ve öğretimi için Batı ülkelerinden uzman profesörler, müzik bilginleri getirildi. Öğrenim görmeleri amacıyla yurt dışına öğrenci gönderilmesine özen gösterildi.
İlerlemenin beklenenden daha çabuk olduğu söylenebilir. Konservatuar açılırken, burada; tiyatro, bale, koro çalışmaları yapılması da düşünülmüştü. İkinci Dünya Savaşı yılları olmasına karşın, bütün bu düşünülenler başarı ile gerçekleşti. Söz konusu başarılar, amaçlanan Türk aydınlanmasına büyük katkılarda bulunmuştur.
Cumhuriyet’ten sonra, sanat bilinci, sanat felsefesi bilinci gittikçe belirginleşiyor. Avrupa’da öğrenim görüp dönenlerin üniversitelerde görev almaları 1930’lu yıllardadır. Örneğin, adını hepimizin bildiğini tahmin ettiğim felsefeci Suut Kemal Yetkin, Paris’ten dönerek 1932-1936 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde estetik ve sanat tarihi dersleri vermiştir. Böylece estetik konusu akademik alanda da yerini almış oluyordu.
Suut Kemal Yetkin, daha sonra Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne geçerek orada aynı dalda profesörlüğe yükseldi. Bizde estetiğin sevilmesinde büyük katkısı olan bu değerli hocanın sanat ve felsefe konusunda bir çok kitabı, yazısı ve çevirisi var.10 Sanat dergileri de çıkarmıştır. 1932-1942 yılları arasında bulunduğu Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Müdürlüğü’nde önemli etkinlikleri başlatmış, aydınlanma düşüncesinin yerleşmesinde emeği geçmiştir. Yine Suut Kemal Yetkin, 1967’de Ankara Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nün kurulmasını sağladı. Bu bölümde çok canlı ve verimli bir eğitim havası oluştu.
Bunlara değindikten sonra şimdi Avrupa’daki öğrenimlerinden dönen başkalarına bakalım: Avrupa’da doktorasını yapan bir başka felsefeci, Mazhar Şevket İpşiroğlu’dur. Bu hoca, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde ilkin 1930’lu yılların sonuna kadar ders verdi. 1946’da bağımsız sanat tarihi bölümünü ve ona bağlı film merkezini kurdu. Edebiyatçı Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte yaptığı çalışmalar, estetik tarihimiz açısından ayrıca üzerinde durulması gereken şeylerdir.
1950’li yıllara gelindiğinde sanat tarihi ve sanat felsefesi yüksek öğretimde yerleşmiş, sağlam temellere oturmuştu. Yalnız İstanbul ve Ankara üniversitelerinde değil, başka üniversitelerde de; örneğin Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde sanat tarihi kürsüsü kuruldu. Bu kürsüyü kuran, orada ilk dersleri veren Prof. İsmail Tunalı’dır.
X X X


Bu yazıda fenomenolojik ve ontolojik estetiğe de kısaca değinmek istiyorum11:
Fenemonoloji, Türkçe karşılığı ile görüngübilim, olaylara, yapıtlara onların özünü bularak bakma yöntemidir. Bu öze, “ayraca alınarak” ulaşılır. Sanata da her türlü sistemin dışında kalınarak bakılmalı, öze böyle ulaşıldıktan sonra yapıt değerlendirilmelidir.
Sanat ontolojisine gelince; felsefe olarak, fenomenolojiye yakın yönleri vardır. O da sanata/sanatçıya ilkeler, sistemler (izmler) yöneltmeyi doğru bulmaz. Sanat adını alan varlık alanını anlamak, bu alanın, insanın varlık yapısındaki yerini göstermek ister.
İstanbul Üniversitesi’ndeki felsefe hocaları arasında ilkin İpşiroğlu ile başlayan fenomenolojik estetik ilgisi az sonra Takiyettin Mengüşoğlu’nda görülmüştür. Prof. Mengüşoğlu yazılarında, derslerinde ontolojik estetiğin önemini vurgulardı. Bir kuşak sonrasının felsefecisi İsmail Tunalı yazdığı yazılarda, yayınladığı kitaplarda ontolojik estetiğe daha geniş yer ayırdı.12
X X X
Yıllar geçtikçe üniversite kürsülerinde, yeni kuşaklar ders vermeye başlıyor, sanat felsefesine, sanat tarihine yeni bilgiler, yeni boyutlar getiriliyor; yeni adlar ortaya çıkıyor.
Şimdi sanat felsefesi konusunda birden ilgi çeken genç bir felsefeciyi, onun hocası ile aralarında oluşan dostluktaki olağanüstü güzelliği anlatmak istiyorum. Genç felsefeci Bedrettin Cömert ile Prof. Suut Kemal Yetkin arasına kurulan saygı, sevgi, bilgi ve dostluk bağından bahsedeceğim. Prof. Yetkin’in 1978’de yazdığı yazıyı konumuzu ilgilendirdiği için buraya özetleyerek aktarıyorum13:
“19682deydi” diyor Yetkin, “fakültede odamın kapısı çalındı. İçeriye güleryüzlü bir delikanlı girdi. Hacettepe Üniversitesi’nde Sanat Tarihi Bölümü’nün açılmış olduğunu öğrendiğini, Roma Üniversitesi’nde estetik ve sanat tarihi öğrenimini tamamladıktan sonra orada doktorasını yaptığını söyledi. Kendisini sanat tarihi bölümüne alıp alamayacağımı sordu. Gözlerine baktım, hocam beni alırsanız pişman olmazsınız der gibi bir anlam vardı.
Hemen ertesi gün fakülteye gelmesini söyledim. Geldi, bir dilekçe yazdırdım ve asistan olarak aldım. Göreve layık olduğunu kanıtlamakta gecikmedi. Hızla ilerlemeye başladı. Sanatçı Giotto üzerine ikinci bir doktora tezi hazırladı. Bir yıl sonra filozof Croce üzerine hazırladığı bir inceleme ile doçent olmuştu.
Emekliye ayrılmamdan sonra benimle her türlü ilişkiyi kesenlerden olmadı. Her sevincini ilkin bana bildirmekten hoşlanırdı. Kendisini sevindiren şeylerin beni de sevindireceğini iyi bilirdi. Bir ay önce beni öğrencileriyle tanıştırmak için fakültedeki sınıfına götürmüştü. Öğrencilerine, gönül verdiğim estetik sorunları üzerindeki düşüncelerini anlattı. Gözlerine baktım, mutluluktan ışıldıyordu.”
Profesörün yazısı birkaç satır sonra bitiyor. Ama ben size o yazının başındaki satırları aktarmadım. Baştaki satırları gelin şimdi birlikte okuyalım:
“Bedrettin Cömert, Türk Dil Kurumu’na giderken, erken saatlerde yolu kesilerek öldürüldü. Bu haberi bana, önce trinitrin hapı verdikten sonra kızım açıkladı. Yüreğimden bir tel koptu gitti. Vah Cömert’im vah, sana nasıl kıydılar?
Sevgide, dostlukta soyadı gibi sonsuzca cömert olan Bedrettin, bir düşün adamı olduğu kadar, bir gönül adamıydı da. Parlak geleceğine inandığım, 38 yaşının bütün coşkunluğu ile yorulmadan çalışan bu gencin bir ikincisini bu güne kadar göremediğimi söylersem sakın abarttığımı sanmayın...”
Yıl 1978. Genç bir felsefecinin acı ölümü karşısında yetmişbeş yaşındaki eski bir hocanın ağıtı, duygu ve düşünceleri bunlar. Bugün 2003’te bulunuyoruz. Aradan yirmibeş yıl geçmiş. Bedrettin Cömert’in yeri doldurulamadı. Estetiğin, sanat tarihinin, kültürün kendisinden nice ürünler beklediği taze fidanı acımasızca yok edildi.
Olay çok sarsıcıydı ama, sanat tarihi, sanat felsefesi çalışmaları devam etmekten geri kalmadı. Edebiyat, resim, müzik, tiyatro, mimarlık tek sözcükle güzel sanatların bütün alanlarında çalışmalar olurken, bir yandan da sanat tarihçilerimiz, sanat felsefecilerimiz, yeni ürünler ortaya koymaya çalıştılar, çalışıyorlar. Biliyorum yeni felsefeciler, yeni sanat tarihçileri yetişecek. Bu yoldaki çalışmalara sahip çıkalım, katkılarda bulunalım. İnsan olana, birey olana bu yakışır, yok etmek değil.

(Not: Türkiye Felsefe Kurumu’nun 29.10.2002 tarihli seminerine bildiri olarak sunulmuştur.)
1 Fransız yazar Fenelon’dan Telemaque çevrildi. Bu yapıtta Yunan mitolojisine ilişkin bilgiler, bölümler var. İlk Yunan mitolojisi ise Mehmet Tevfik Paşa’nın Esatir-i Yunaniyan’ıdır. 1913’te (1329) yayınlanmıştır.
2 Cumhuriyet Döneminde Güzel Sanatlar Akademisi adını aldı. 1970’te ise Mimar Sinan Üniversitesi oldu.
3 Zaman bakımından öncelik 1872’de yayınlanan Taaşşuk-u Tal’at ve Fitnat (Talat’la Fitnat’ın Aşkları) romanındadır. Ne var ki, Şemsettin Sami’nin yazdığı bu roman edebiyat açısından zayıf ve acemicedir; İntibah kadar değerli değildir.
4 Kitabın yazarı Sakızlı Ohanes’tir. 1912 (1308)’de yayınlandı.
5 Bu yazılar Selanik’te yayınlanan Bahçe dergisinde çıktı. Dergi 1908-1910 yıllarında 52 sayı yayınlanmıştır.
6 Halit Ziya bu derste Eugene Vero’nun Estetique adındaki kitabından yararlanıyordu. Bu bilgiyi Şevket Rado’dan aldım. (Şevket Rado, Hayat Tarih Mecmuası, Ağustos, 1966)
7 Hamdullah Suphi Tanrıöver’in Anıları, 1968 (Yayınlayan Menteş Kitabevi, İstanbul)
8 Liseler için iki ders kitabı: a) Estetik, yazan Trabzon Lisesi Felsefe Öğretmeni Necmi, 1927 b) Bediiyat, yazan Mustafa Namık.
9 Orhan Şaik Gökyay, Devlet Konservatuarı Tarihçesi, 1941.
10 Bkz: Suut Kemal Armağanı,1987 ( Yayınlayan :Hacettepe Üniversitesi)
11 Arslan Kaynardağ, Türkiye’de Sanat Felsefesinin Gelişmesi, (İpşiroğlu’ya Saygı, Ada Yayınları, 1987)
12 A.g.y
13 Ah Cömert Vah Cömert, Cumhuriyet Gazetesi, 22 Temmuz 1978.